28 Aralık 2010 Salı
Meryem
23 Aralık 2010 Perşembe
Sevgili Yekta Kopan
Size bu mektubu soğuk bir Ankara sabahında yazıyorum. Ankara sabahları yılın sayılı günlerinde sıcak olur zaten. En deli sıcaklarda bile sabahları çorapsız giyilen eteklerin altındaki o sandaletlerde ayaklar sızlar inceden.
“İllallah” ajandam bana diyor ki 13 Mart 2010 Cumartesi günü Kara Kedinin Gölgesi isimli kitabınızı okumuşum. Nefes almadan bir kitaptan diğerine koştuğum, gözü dönmüş, obur bir vaktime denk gelmiş, hakkını verememişim öykülerinizin (ev ödevi-yeniden okuma). Satırlar, öyküler zihnime bir uğrayıp kitabın kapakları arasına geri dönmüşlerse de geride, bende bir hoşnutluk kalmıştı; bunu hatırlıyorum; “Keşke Hayalet Gemi’yle tanışlığımız daha uzun sürseydi,” diye hayıflandığımı da.
10 gün kadar önce 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldığınızı öğrenince, ödülü kendim almış gibi sevindim. Bu sevinçle hemen bir “Bir de Baktım Yoksun” edindim, dün akşam da okuma sırası kendisine geldi.
Sevgili Herzog’un kulakları çınlasın, dün akşam ilk öyküyü okuyup yatınca zihnimde size mektup yazmaya başladım. Göçebe hayatlarımızın üniversite sonrası bizi oraya buraya savurduğu vakitlerde - aslında tam da zarflara, pullara iyice sarılmam gereken o zamanda- telefonun kolaycılığına, klavyenin erişilebilirliğine kandım; hakiki mektuplara e-postaları kuma aldım. Hâlbuki hatırlayabildiğim kadarıyla ilkokul 3’ten beri çok azılı bir mektup yazıcısıydım (askerliğimi lisede parasız yatılı aşk mektupları yazıcısı olarak ifa ettim, efendim).
E-postanın güzelliği gönderdiğim mektubun bir suretini saklayabiliyor olmamdı. Tabi yıllar içerisinde kullanılan sanal adresler, işler, şehirler değiştikçe çok da nezih bir arşiv kalmadı elimde. Aslında bu güzellik, biraz da hinlik barındırıyor içerisinde. Bir mektup yazılmayı başardıysa, bir de yazıldığı kişiye ulaştıysa artık yazanın mülkiyetinden çıkmıştır, benim nazarımda. Ama gelin görün ki e-posta suretleri bu mülkiyete gizlice uzatılan bir dinleme cihazı gibi “sızma” amacı güder, gizliden gizliye.
Sahibine gönderilmeyen mektuplar ya defter sayfalarında ya kutular içerisinde piç gibi sürdürürler hayatlarını, kişisel varlıklarım dâhilinde. Zaman zaman yeniden okunurlar, bazen pek anlamsız bulunup hayatları sonlandırılır, kimi zaman da yeniden okunmak ama asla gönderilmemek üzere ikametgâhlarına yollanırlar.
Sahibine ulaşamayan mektuplar var, bir de. Vaktiyle bir eski sevgiliye yazdığım ama postada kaybolan mektup, ona yazdığım en içten, en güzel mektubumdu. Onun yazıp bana “elden verdiği” ve benim buhran içerisinde okumadan yırtıp attığım bir mektubu da onun narında bana yazdığı en müthiş mektupmuş. O mektuplar ulaşsaydı sahiplerine, bugün bambaşka bir yerde olur muyduk? Hiç zannetmiyorum. Hayat değiştiren mektuplar dönemi, diğer iletişim araçların yaygınlaşması ve gelişmesi ile sona erdi; yetişemedim ben o duygusal dönemlere.
Herzog’la canımdan çok sevdiğim Y.D. (29) tanıştırdı beni. 2009 yazının birkaç haftasını bu kitabın iki kopyasını bulmaya ant içmiş kadınlar olarak geçirdik. İyi kalpli kitapçılar başka şubelerini aradılar, sordular; internet kitapçılığı köşe bucak arandı; sonunda edindik iki kopya Herzog –arada Y.D. kendi kopyasını kaybetti ama yanlış hatırlamıyorsam buldu, sonrasında-. Herzog efendinin böyle olur olmaz, ölü canlı kişilere yazmış olduğu / yazmaya durduğu mektupları severek ve de “duygudaşlık” içerisinde okudum.
Göz hırsızlığı bazında pek severim başkalarının ama “basılmış” mektuplarını okumayı; biyografilere, günlüklere kayar hep gönlüm. Abidin Bey’in, Güzin Hanım’a tüm sevgisini verdiğini her sözcüğüyle hissettiren mektuplarına cevaben, Güzin Hanım’ın oşubu hesabına üçbeşon frank gönderdiğini yazdığı mektupları şaşkınlıkla okurum. Simone Hanım’ın tüm feminist görüşlerini rafa kaldırıp ilgisi dengesiz Nelson Bey’e döktürdüğü onlarca mektupla afallarım.
Sevgili Yekta Kopan,
Size bu mektubu, mektupla yaşadığım fırtınalı ilişkiyi anlatmak üzere yazmaya başlamamıştım ama dün gece ve bu sabah okuduğum enfes öyküleriniz içimi kaplayan yapağıyı havalandırdı, şimdi pıt pıt yere konuyor o minik bulutçuklar.
Sarmaşık’ta bahçeye girişiniz bana Rappaccini'nin Kızı Beatrice’nin bahçesine girerken yaşadığım ürpertiyi anımsattı. Sayfalar ilerledikçe böyle nadiren karşıma çıkan ama bayıldığım “tadına doyulmaz ince hüzün” midemde kıvranmaya başladı. Bir şeyi olduğundan az ya da fazla göstermemek sanırım en büyük meziyetlerden. Babanın gömleğine takılma hali, örneğin, benzer bir kurgu içerisinde ben olarak var olsam illa ki benim de takılacağım bir uyumsuzluk durumu. Rüyada mantık yürütmeye çalışmak gibi, “ben üniversiteyi uzattım, liseyi uzatmadım ki!” diye sevinçle yatakhane kâbusundan uyanmak gibi. Hayal içerisinde ayağını yere basmaya zorlamak, belki de tam olarak.
Portobello 22’ye sabah uğradım. Gece 02.00 sularında anlamsızca uyanmıştım, o anda aklımdan geçmedi değil kapıyı tıklatmak ama kendimi uyumaya ihtiyacım olduğuna ikna edip birkaç eksenel tur sonrasında uykuma ve anormal asansörlü rüyama devam ettim. Eğer o kapıyı gece aralasaymışım, sabahı hocadan önce selamlarmışım. Yekta’yla “yapamadığınız” iyi oldu. Yekta’nın “eşsizliği” sona erecekti; iki Yekta artık tek olmayacaktı. Bir algının, rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bilmeden onun dumanıyla hayata devam etmek; küçük farklı anları kurcalamadan büyük sıradanlıklara çevirmemek; hayatla her daim flört etmek.. Korkak demeye dilim varmıyor, korumacı yaklaşımım; önermediğim ama sapmadığım sürece memnun kaldığım.
…
Akşam olsun da sizin “Kırmızı”nız bende hangi renge tekabül ediyor, göreyim bir an önce.
22 Aralık 2010 Çarşamba
Bir Tek Şey Bil ki Önemli..

14 Aralık 2010 Salı
Kötü Amcalar, Teyzeler
Yalnız başıma tiyatroya gitme becerisini geçen sene edinmiştim, zaman zaman başvurduğum bu süper yeteneğim sayesinde, özellikle evimin dibindeki bir sahnede hasbel kader bulduğum biletlerle koştura koştura oyun izlemeye gidebiliyorum. Evimin dibinde sinemada bulunuyor ancak totomu henüz böyle bir motivasyonla kaldırmış değildim, ta ki geçtiğimiz Pazar gününe kadar.
Yaşadığım apartmanda “yaşayan” genç ve şen şakrak bir çiftin Cumartesi akşamı misafirleriyle gecenin 3’ünden sonra sapıtan neşesi sebebiyle bu Pazar sabahı Marcus’tan ve hoca efendiden epeyce erken uyandım. Bir süre sinirlenmeye devam ettim, sonra kalkıp camdan bakıp dışarıdaysalar hönkürmeyi planlayıp sesin apartman içinden geldiğini anlayıp yatağıma kös kös döndüm, yatağımda dakikalarca döndüm, en sonunda geçen aydan bu aya ötelenmiş başucu dergilerimi okuyup bitirdim, hava aydınlandıktan sonra kalktım, ıvır zıvır işlerden sonra kahvaltı yapıp kendimi evden dışarı attım.
Uykusuz hallerimin en sevecenlerinden olan huysuz modumdayken kitapçıda huysuzluk eden ve bir kalça darbesiyle sırada önüme geçen kadına benden beklenmeyecek bir sabır gösterdim (huysuz modum açıkken, uykusuzluk ataletim de devrede olabiliyormuş meğer). Neşeli bebek hoplatma saatleri sonrasında ismini açıklamak istemeyen bir alışveriş merkezinde sabah bulamadığım kitabı bulmanın verdiği mutlulukla sinemaya doğru yöneldim. Av Mevsimi 14.30 gösterimine bir bilet aldım.
Tam bu noktada bir kavga fırsatını kaçırdım. N ve N+1 doluydu, ben N-2 koltuğunu istedim, N ile aramızda bir boşluk kalsın, aman kimseyle dirseğim temas etmesin diye (koltuklara ilaçlı iğne koyuyorlarmış, enjektörle kezzap fışkırtıyorlarmış diye duydum!). Gişe görevlisi bana N-3’ü önerdi, arada 2 koltuk boş kalsın, ben yalnız geldim diye elalemin çiftlerinin illa ki benim seçtiğim sıradan izlemesine mani olmayayım diye. Sanırım atalet işlevinin devrede olmasından, “O zaman N+4’ü alayım,” dedim ve bir başka şanslı çifte daha bu muhteşem sırada yer edinme hakkı sağladım. Bir sonraki girişimimde benzer bir teklifle karşılaşırsam o gişe görevlisinin saçını başını…
Neyse, filme girdim. Pazar 14.30 seansı amcalar-teyzeler özel gösterimiymiş. Oturmadan önce koltukta iğne kontrolü yapmadım; kimse şeker, jelibon ikram etmeye kalkışmadı. Sinemaya beraberimde gelen organlarımla eve ulaştım.
Olabiliyormuş.
6 Aralık 2010 Pazartesi
Kaybettiğim Küpe Tekleri Gibi - 2
- sevdiğim şık bir mağazadan kendime 28 yaş hediyesi olarak almıştım bu küpeleri. evimin kapasitesini ölçmek üzere yapmış olduğum ilk kalabalık ev davetimde kulaklarımda çilink çilink etmişlerdi kendileri. biri diğerini terk eyleyince, geride kalan pasa vermiş kendisini.-
-sevgili kız kardeşim 2004 yılında suluhan'dan 1 ila 1.5 tl'ye almıştı bu küpeleri bana. ouyuncu mor küpelerimin teki uzunca bir süre anamın babamın evinde saklanmış, sonra da ce-e marifetiyle ayrı kaldığı yavuklusuyla kavuşmuştu. ama kader yollarını bir kez daha, tahminen bu sefer sonsuza dek, ayırdı.-
- bu yavrularla çok kısa bir beraberliğimiz oldu. çok sevdiğim iş arkadaşım g.b. (29) benim gibi bir küpeseverdir. onun bu otantik hediyesinin teki dağ başıdan şehre gelen bir servis aracına koştuğum bir öğle sonrasında bütünlüğünü yitirdi, ne yazık ki.-
-sevgili kız kardeşimle bir cumartesi sabahı can çekişen karum ziyaretinde almış olduğum bu küpe ile çok iyi anlaşmıştık. "çeşit çeşit halkam olsun, gelsin kulağımda küpe dursun," kampanyama gönüllü katılan bu yavrunun teki kelebekler vadisi'nde gönülsüzce terk eyledi beni.-
-çok sevdiğim çocukluk arkadaşım i.ö.'nün (31) doğum günü hediyesiydi bu çubuklu boncuklu küpe ve kolyesi. neyle takacağımı bilemediğim vakitlerde benden ve kararsızlığımdan sıkılıp kaçtı, tez canlı teki.-
15. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali
Geçen sene pek çok oyun belirlemiş, birisinde müthiş sıkılmış, genelini beğenmiştim. İTÜ Taşkışla Sahnesi’nin oyunu Dikkat!Anarşist Düşebilir’e ve başrolde oynayan Öykü Gürpınar’a bayılmıştım. Ölü Kadınların Şarkısı’nda oynayan Bademler Köy Tiyatrosu’nun kadınları da enfesti. Tek bir oyun beni oldukça yordu, “Oyuncular keşke bir süre daha kendi aralarında provalarını sürdürselermiş,” dedim.
Bu sene de duyuruları takip ettim ve 5 oyun belirleyebildim. Gittiğim ilk oyun Mask-Kara Tiyatrosu’ndan Yalancı’nın Resmi oldu. Kadın oyuncu Belit Özükan’ı beğendim, doğal buldum. Tamer Levent’i daha önce Galileo'nin Yaşamı’nda izlemiş, o zaman da tekleme ve takılmalarına şaşırmıştım. Oyunun metninde zaman zaman zorlamalar hissettim. Hele açılış sahnesindeki perdenin bir yanından gelip, etrafa bakınıp, sonra diğer yanından çıkma halini, şu ortalama tiyatro seyircisi halimle kaç defa izlemek durumunda kaldığımı hesap edemedim. Memed Baydur’un izlediğim ilk oyunuymuş bu. İnternette şöyle bir gezinince pek çok övgü okudum hakkında. Ödev olsun bana merhumun oyunlarını takip etmek.
İkinci oyun büyük bir hevesle, koştura koştura gittiğimiz Marx’ın Dönüşü oldu. Kapıda son dakika yetişmesi için çırpınan H.C.S.’yi (29) beklerken ve bir yandan da Devlet Tiyatrolarının yardım kampanyası hakkında bilgi alırken kapıda beklemekte olan “cultur” görevlisi bizi içeriye almamaya karar verdi. “Burası sinema değil, burası tiyatro!” sözüyle gönüllerimizde yer edinen beyefendi, dirençli arkadaşlarımın ısrarına dayanamayarak “Tamam, girebilirsiniz ama yerinize oturamazsınız,” diye bize sınıfın köşesini gösterdi. Yaklaşık 1.5 saat süren oyunu sevgili arkadaşım M.A. (30) ayakta izlerken, Ö.K. (29) ve ben halıflekse yüzleşme çalışmaları kapsamında yerden bitme seyirci modeline katkılarımızı sağladık. Salon girişinde bizi “kesinlikle yerimize oturtmayan” bayan görevli, oyun boyunca topuklarını yere vura vura, çantalara çarpa çarpa mülteci edasıyla sığındığımız koltuk yanı aralığında, bileşenlerini tüm azmimizle bir arada tutmaya çabaladığımız dikkatimizi yerle bir etti. İlgimi sahneye yönlendirebildiğim anlarda oyunu çok beğeneceğimi hissettim ama o kadar çevresel uyaranla kendimi tam anlamıyla oyuna verdiğimi söylemem mümkün değil. Bir kez daha izlemek farz oldu, Genco Erkal’ın hakkını veremedik.
Üçüncü oyun Tiyatro Ti’den Ayışığı Tarifesi idi. Şenay Gürler’in oyununa bayıldım. Oyun, kadın-erkek ilişkisi çerçevesinde temel olarak kadınlık hallerini anlatıyordu ve karakterin başından geçenler genelinde olmasa da özelinde salonda bulunan pek çok kadının bir anısıyla temas etti. Bana eşlik eden şen şakrak arkadaşım B.T. (30) ile salonu inleten kahkahalara imza attık.
Son olarak bu akşam Müşfik Kenter'i izledik, Orhan Veli 30. Yıl Özel Programı'nda. Şiir gibi, pamuk gibi bir akşama başladık sayesinde. Başımızdan eksik olmasın.
Oyunların bitiminde TAKSAV görevlisi/yetkilisi olduğunu tahmin ettiğim çeşitli insanlar oyuncuların temsili bir kısmına plaket ve çiçek vermek istediler. Ancak bunu o kadar plansız yaptılar ki hemen hepsinde alkışları kabul edip sahneyi terk etmek üzere harekete geçen oyunculara koşarak yetişmek zorunda kaldılar. Bir kısım oyuncu çiçek ya da plaket alırken, diğerleri nezaketlerini koruyup sakince sahneyi terk ettiler.
Ya yorgun, sevimsizdim iki haftadır ya da bu sene pek de müthiş oyunlar, salonlar, organizasyonlar seçememişim kendime.
21 Kasım 2010 Pazar
Sağlıklı Yaşamanın Sırları
"Pürüzsüz, sivilcesiz, temiz bir cilde sahip olmak istiyorsanız, gece yatmadan önce yüzünüze krem gibi tuzlu tereyağı sürün.... Ancak, bu önerimi hali vakti yerinde olan hanımlar yerine getirsin. Yoksullar evdeki tereyağını sürekli yüzlerine sürüp tüketirlerse kocalarıyla araları açılabilir...."
18 Kasım 2010 Perşembe
Okuma Yetisi
Geçtiğimiz cumartesi akşamı cesaretimi toplayıp Aşk İşaretleri'ne başladım. 7 sayfa okudum. Kendime ertesi gün bir şans daha tanımaya karar verdim ve kitabı o gün için bir kenara bıraktım. Pazar günü o ilk 7 sayfayı yeniden okudum, biraz daha ilerledikten sonra kitabı algılamaya başladım ve kendimce bir şeyler anlayaraktan kitabı bitirdim. İlk denemede kitapla iletişime geçemememin nedenini belirleyemiyorum. Bu neden, anlayamayacağım yönünde kendimi şartlamam, yorgun olmam ya da gerçekten anlamamam olabilir; dediğim gibi ne olduğunu belirleyemiyorum.
Dönem dönem aç hayvanlar gibi -farklı bir benzetmede bulunamayacağım- seri bir şekilde kitap "tüketmem", çok ilgisiz türlerle sürekli ya da dönemsel ilgilenmem veya zihnimin başka şeylerle meşgul olması gibi sebeplerle okuduğum pek çok kitapla ilgili detayları hatırlamakta zorlanırım. Obsesif listelerimde, defterlerimde kayıt tutarım ama okuduklarımın bendeki etkisine dair çok nadiren yazılı olmayan içsel kayıtlarımda bir şeyler bulabilirim.
95'te okuduğum kitapları anımsamaya çalıştığımda çok etkilendiğimi, o vakte kadar okuduğum dillerden çok farklı bir dille karşılaştığımı ve hayranlık duyduğumu hatırlıyorum. Ancak şaşırtıcı bir şekilde o dönemde bu kitapları gayet iyi anladığıma inandığımı anımsıyorum. Bu noktada o yaşımda algıma olan güvenime soru işaretleri yöneltmekten kendimi alamıyorum. 15 yaşına kadar -kitabı okuduğum dönem dahil- basit bir İç Anadolu ilçesinde ne görmüş, ne yaşamış, ne duymuş, ne okumuş, ne izlemiş olabilirim ki Latife Tekin'i anlayabileyim? Muhteşem bir içgörüm, algım, zekam mı varmış? Diyelim ki varmış, sonra nereye kaybolmuş bu mülkiyetim? Belki de hayatım daha basit, bedenim daha zinde, kafam daha sakin olduğu için gerçekten bir okuduğumu ilk okuyuşumda tamamen anlayabilir bir berraklıktaydı algım. Asla emin olamayacağım, geçmişte nasıl bir okur olduğumdan.
Çok takıldım ben bu işe.
Kaybettiğim Küpe Tekleri Gibi*
- çok sevgili taze anne arkadaşım almıştı bu küpeyi. teli iple kaplama tekniğiyle daha önce karşılaşmamış olduğum gibi renklerin uyumuna da bayılmıştım. taktığım ilk gün eve kulağımda tek küpeyle döndüm.-
-çok kısa bir beraberlik yaşadığımız sarmal küpenin renk kompozisyonunda onun kadar başarılı olmayan bir benzerini edindim, yine taze anne arkadaşımla bir ne alacağımızı bilemediğimiz çarşı pazar dolaşmasında. ve yine birlikteliğimizin ilk gününde terk edildim. sarmal küpeyle imkansız ilişkiden bu ikinci denemede vazgeçtim.-
.
.
.
- illa ki devam edecek-
*: Akgün Akova'ya sevgilerimle.
13 Kasım 2010 Cumartesi
Ah Avrasya!
Bir grup arkadaşımla çeşitli badireler, bir takım satışlar atlattıktan sonra Avrasya Maratonu vesilesiyle köprüde yürüme etkinliğinde; sallanan zemin-bulanan mide ikilisine direnip, zar zor totomuzu korkuluklara dayayıp bir fotoğraf çektirmek istemişiz. Fotoğrafta 3 arkadaşım, bir amca kafası ve kafanın ardında kalmış ben ve 3 arkadaşım daha poz vermekte.
Amcayı kim bu kadar üzmüş, onu bilemiyorum.
16 Ekim 2010 Cumartesi
İlk Ev
Uzun zaman sonra birkaç saat geçirmek üzere ilk evimin şehrine ulaşacağım birazdan. Burnum karıncalanıyor koşarak uzaklaştığım şehrin hiç şaşırtmayan gri ıslak sokaklarına yaklaştıkça.
5 Ekim 2010 Salı
Ofis Mobilyaları - 3


ciddiyet takıntılı kargaları tarlalardan -ofislerde hep tarla olur ya, onlardan- uzak tutmak üzere yaratılmış -gözlerde yaşlar niyeee- korkuluk, yine doğanın sarılara büründüğü şu günlerde en gözde modellerden.

-kollarımı açtım, seni bekliyorum-
25 Eylül 2010 Cumartesi
Pastoral Bayram
Kuzenlerimiz de biz gidiyoruz diye köye ziyaret vakitlerini bize göre ayarladılar; babannem, çocukları, torunları ve bir de torun çocuğu eşek sıpası kocaman aile birlikteliği yaşadık, enfes oldu.
Saatlerin, vasıtaların, kostümlerin, hırsların, zorunlulukların olmadığı yer köy. Babama ve ablama dediğim gibi, bir de şort giysem enfes olacak yer. Gitmeden önce ailemden bana mukayet olmalarını istemiştim ama çatlayana kadar pişi yedim, pişman değilim!
Kız kardeşim ve benden başka köye gelen giden bir hayli azalmış gibi geldi bana. Emmimler ve biz babannemdeydik, halama kuzenler gelmişti. Bunun dışında bir de babamın teyze oğlu ve teyze torunlarını gördük bayram vesilesiye. Eskiden daha fazla ev gezerdik, daha fazla baklava ve yoğurt –köyde bayram ziyaretinde ortaya sini konur, üzerine baklava ve yoğurt getirilir- tüketirdik. Babamın teyzesi vefat etti, dayısı İzmir’e kızının yanına gitti, halası Ankara’da.. El öpecek büyüğümüz azaldı.
Bayram sabahı; bayram namazını kılarken ahali, annemle bahçelerde yürüyüş yaptık. İkinci sabah aile boyu yola döküldük; böğürtlenler, palamutlar, üzümler, pembe domatesler taklalar attı yol boyu bizimle.
Bana kusursuz bayram oldu, babannemin de mutlu olduğundan eminim.
-halam bu bağı yeni edinmiş. pek güzeldi-
Kelebekler Vadisi
Yola çıkmadan önce okuduğumuz yorumlarda eğer dövmemiz yoksa ortamda kendimizi yabancı hissedeceğimizden bahsediliyordu. Hemen hepimiz neremize, ne dövme yaptıracağımızı konuştuk tatil boyunca. Ancak dövmelerden daha fazla dikkatimizi çeken şey erkek çatalları oldu. Çalışan ve müdavimlerin erkek topluluğundan çatalını görmediğimiz adam kalmadı. Öyle ki yüz yıl çatal görmesem hafızama kazınanların anısıyla eksikliğini hissetmem.
Son derece sporcu bir ekiple birlikte orada olmam, tatil dönüşü göbek katmanlarımda eksilmeye yol açmadıysa da 1-2 kilocuktan arındım. Son derece sağlıklı beslendim. Genel tatil tüketim eğrilerimle kıyasladığımda son derece az alkol tükettim, her gün sabahın köründe bir aktiviteyle ayıldım, sebze yemeklerine doydum, bol bol yüzdüm, tırmandım ve yürüdüm. Ha bir de marsık gibi yandım.
Her gün gelen tatilci tekneleri hem kalabalık ve gürültü yapıyor hem de artlarında köpüklü deniz bırakıyordu. Anormal sıcak bir haftaya denk geldiğimiz için, tekneler uzaklaşıp dalgalar köpükleri açıklara sürükledikten sonra gün bitimine yakın saatlerde denize girmeyi tercih ettik.
Vadi tepesine –Faralya Köyü- ve Kabak Koyu’na yürüyüşler enfes oldu. En sevdiğim tatil etkinliklerimden ağaçtan incir toplayıp yeme eylemini bu yürüyüşlerde gerçekleştirebildim. Kaktüs meyvelerini toplamayı beceremedim ama babacığım sağolsun, 30 Ağustos Zafer ve Yazlıktaki Aileyi Ziyaret Etme Bayramı’nda bana kaktüs yedirdi.
Daha önce vadiyi defalarca ziyaret etmiş arkadaşlarımın “En kalabalık vaktinde gidiyorsun, mayıs veya eylülde gitmelisin,” yorumlarına hak verdim. Kalabalık vaktinde ne fazla 3-4 gün kalınmalıymış. Tenha, sakin vaktinde yine gider miyim, bilemiyorum.
Muhteşem fotoğrafçılık yeteneğimden enstantanelerle huzurlarınızdan ayrılıyorum.
21 Eylül 2010 Salı
Ofis Mobilyaları - 2
Boynu bükük geyşa hanım, tepsi kılıklı başının üzerine yerleştireceği simitleri satmak suretiyle aile ekonomisine katkı sağlayabilir. Ataerkil toplumda beğeni toplayacağını tahmin ettiğimiz ezik, cefakâr bu modelin abisi sessiz uşak olarak giysi odalarında yerini çoktan aldı. Geyşanın simit dükkânlarına lansmanı 2010-2011 öğretim yılı açılışına yetiştirilmeye çalışılıyor.
Ekonomik Kafa Okul Çocuğu
-kız çocuğu, insan çocuğuna kollarını açmış-
-oğlan çocuğu uçmaya hazırlanıyor-
5 Eylül 2010 Pazar
A la Belcik
Pazar sabahı indiğim in cin top oynayan şehirde gözlerimi açmaya çalışıp otelimi ararken bana yol soran gençler ne denli halk tipi olduğumu bir kez daha anımsattı bana. İlginçtir ki sordukları yeri tarif edebildim.
Uzun dolaşmalar sonunda Pazar öğle saatlerinde açık bulabildiğim tek kahve satan yer olan Yunan lokantasında zar zor anlaştığım amca bana espresso verdi ve yanında kurabiyecik ikram etti. Kısacık ziyaretim boyunca adam gibi bir kahve içemedim. Katılmak üzere gittiğim toplantıyı düzenleyen kurum sabahları kısa süreliğine kahve ikram ediyordu, sonra apar topar kaldırıyordu kahve makinalarını. Sonradan yakın mesafede kahve alabileceğim bir yer buldum ama pek de memnun kalmadım.
Tabi başka açık yerler varmış, mesela kaldığım otelin yakınındaki Türk mahallesinde etliekmekten Karadeniz pidesine kadar her türlü yağlı, hamurlu, kebaplı çözüm bulunmaktaydı. Ben şansımı kapısının önünde oturabileceğim bir kafeden yana kullandım. Kendileri saat 16.00 itibariyle yemek yayını kestikleri için şarabımın yanında çantamdan çıkan zor günlerin sadık dostu Etiform bana eşlik etti. Frankofon bir öğleden sonra geçirmeyi arzu etmiş olsam da kafede oturduğum sürece sokak çalgıcısı beyefendiden birkaç kez “no women no cry” dinlemek durumunda kaldım.
Yalnız başıma gezememe özürüm Brüksel’de de nüksetti. Yorgunluk ve uykusuzluğumu bahane ederek gitmeyi planladığım birkaç yer ve etkinliği uykuya sattım. Ben uyudum uyandım hava kararmadı, uyudum uyandım kararmadı o hava. Ah o hava..
2. Gün:
Kahvaltıda aynı otelde kaldığım aynı toplantıya katılacağım kişilerle karşılaştım ancak kendileri sebebini çözemediğim bir acelecilikle benim kahvaltımı bitirmemi beklemeden toplantı mekânına ışınlandılar. Önümde zorlu bir yol vardı, ben hem tek başıma metroya (Microsoft yer altı treni dememi öneriyor ama öyle çok sevimli, ürkütücülüğünü yitiriyor) bineceğim hem de üzerine bir de arada hat değiştireceğim! Metin olmaya çalışsam da ürkek halim resepsiyondaki Afyon Elmadağlı gence etki etti, onun tarifiyle bir sonraki duraktan binerek alete hat değiştirmeksizin toplantı mekânına ulaştım.
Toplantıya girmeden arkadaşlarımın arkadaşlarıyla tanıştım (dünya üzerindeki bir kişiyle 6 kişi üzerinden mi tanış oluyorduk, 8 kişi üzerinden mi?), toplantısal görüşmeler haricinde de zamanı onlarla geçirdim. Öğle arasında yemeklerimizi alıp gittiğimiz parkın cami dibine konuşlanmış olması henüz hissetmeye başlamadığım memleket özleminin hiç oluşmamasına sebep oldu. Türkiye’den bir kurumun toplantı çıkışı düzenlediği kokteylde yediğimiz mercimekliler ve kadınbudu köftelerle zaman - mekan algım temelinden sarsıldı.
Kokteyl çıkışı otele uğramak üzere yöneldiğimiz metroda yangın çıkmış olması, taksilerin durmaya tenezzül etmemesi ayaklarımda derin bir acıya sebep oldu. Bu acının hepi topu yarım saatte vuku bulması, bu şehrin merkezi bölgelerini gezmek için ihtiyacım olan tek şeyin rahat pabuçlar olduğunu öğretti bana (topuklu pabuçlarla olan ilişkimi gelecekte irdeleyebileceğim gibi irdelemeksizin sevgi dolu acılı ilişkime devam da edebilirim).
Düztabana geçiş sonrası kararmak bilmez gecede benim ½ Pazar günü boyunca dolaşıp teğet dahi geçmediğim Grand Place bölgesinde dolaştık. İşeyen heykel çocuk (Bir gün bir gün bir çooocuk, oraya buraya işiyormuş. Onun peşini temizlemekten bıkan talihsiz anası “Eşek sıpası, bıktım senin sidiğinden [bu noktada Microsoft beni sözcüğün “argo veya kaba” olduğu hususunda uyarıyor, hâlbuki TDK hiç bundan bahsetmiyor], kör olmayasıca! Aziz Petro’ya (?) adak adadım bir daha oraya buraya işersen seni taş edecek, ben de 4 çileğe bir kepçe çikolata döküp 5 avrodan satıp paraya para demeyeceğim, ooh, sefam olsun demiş..) miniminicikmiş. Oysa küçüklüğümde tahminen Doğan Kardeş’te gördüğüm fotoğrafında daha çocuk boyutlu gelmişti bana. Algı işte, sağı solu belli olmuyor.


3. Gün:
Otel odalarına tez zamanda yayılma, uzun uzun toplanma becerisinde olduğum için mutlu değilim. Toplanma sonrası beni bekleyenlerin yanına hep vaktinde ulaşıyorum ancak bunun için gün aydınlanmadan uyanmam gerekiyor.
Toplantının 2. gününde öğle arasında bir İtalyan restoranında pizza yedik. Dışarıdan bakıldığında 2-3 masalı bir yermiş gibi görünen mekânın iç kısmına girince kendimi Balgat - Emek hattında pideci / kebapçı kuşağından geçer gibi hissettim. Çeşitli bakanlıklara mensup çalışanların yerini alan Avrupa Birliği Komisyonu çalışanları hınca hınç doldurdukları restoranda, boyunlarında kimlikleriyle, kaşarlı-kuşbaşılı pide yerine pizza tüketmekteydiler. Yarasın.
-sağdaki bayan gördüğüm en şık brüksel sakini-

-içme dedim, dinlemedi-

Evo Gelin
Duvak için:
►1 sb un
►3 yumurta sarısı
►1yk margarin
►1sb süt
►1çk tuz
►3-4 yk çekilmiş fındık
Başparmak büyüklüğünde doğranan tabık etini, zeytinyağında bir miktar kavrulmuş ve kendini bırakmış soğanlara ilave ettikten sonra arzu edilen (mesela miktar arzu edilmese de arzulansa, yemeğe şehvet bulaşır mı?) miktarda karabiber ve biberiye bu karışıma eklenir. Tavukların pişmesine az bir süre kala (yemek olayında göreceliğe bayılıyorum) iki yemek kaşığı soya sosu bu karışımla buluşturulur. Bir 5 dakika kadar da soya soslu pişirme işlemine devam edilir ve tavuk efendi soğutulmak üzere mutfağın nispeten serin bir köşesinde istirahata alınır.
-boğazda durmayıp esin babasının midesine ilerleyen gelin kameralara el sallıyor-
Bu hamuru biraz dinlendirmek iyi oluyor. Bu hamur şöyle bir 5-10 dakika dinlenirken, gelin duvağı için hamurdan ayrılan 3 yumurta sarısı, diğer malzemelerle karıştırılır. Alt hamur yağlanmış tepsiye bir güzel yayılır. Tavuk, mümkün olduğunca suyundan ayrı tutularak bu hamurun üzerine yayılır ve tahta kaşık marifetiyle kibar hareketler eşliğinde hamurla samimiyet kurmasına yardımcı olunur. Duvak ile dikkatlice tavuğun üzeri kaplanır ve ısıtılmış olan fırına 200°C ısıyla buluşması için yollanır.