25 Kasım 2011 Cuma

Şaşkınlar Kraliçesi


Kimi günler evden çıkmamam gerektiğini düşünüyorum, hem kendim açısından hem de halk sağlığı zarar görmesin diye. Dün de böyle bir günmüş, sonradan farkına vardım.

Uykusuz ve yorgun başladım güne. Gün boyunca kendimi çalışmaya zorladım. Odamın demirbaşlarından Fransız T.V. ile müteharrik Petit Nicolas bütün gün boyunca konuştular, bütün gün! Azimle kulaklıkları kulağıma takmadım çünkü ses duymamak için müzik dinlemekten hoşlanmıyorum, dinlemek istediğimde güzel tüm şarkılar.

Öğleyi takip eden saatlerde işten erken çıkmayı, eve gidip bir-iki saat uyumayı düşünüyorum. Son bir defa bakayım diyorum, haftaya ofisi terk eyleyecek M.G.Q.'nun veda içmesi için buluşacağımız yerin adresine. Bir yandan da şaşırıyorum, her şeyi derli toplu ve planlı yapan hatunun saatler sürecek toplantısının olduğu bir akşam için organizasyon yapmış olmasına. Dün yapmış olduğum tek akıllıca hareket bu oluyor, böylelikle haftaya salı gerçekleşmesi planlanan içme eylemine perşembeden başlayıp karaciğerlerimi iflas, bar sahiplerini zengin etmekten alıkoyuyorum.

Fransızca diyalog ve uykusuzluğa, ikisinin tatlı tatlı her hücreme yerleştirdiği üst seviye asabiyete dayanamayarak 16.15 otobüsüne binme hayaliyle koşarak ofisi terk ediyorum. Daha önce kullanmadığım bir otobüs, tahminen otobüsün en genci benim. Teyzeler var, bir dolu. O koltuktan öbürüne şen şakrak muhabbet ediyorlar. Yanıma kısa kızıl saçlı, tombulca bir teyze oturuyor; annemi anımsattığını sonradan fark ediyorum (tamam, annem yarım beden daha küçük). Yine de sanki bir terslik var gibi. Saatimi kurayım da uyur kalırsam ineceğim durağı kaçırmayayım, diyorum. Servis saat ve güzergahı telefonumda kayıtlı, bu otobüsün kaçta benim durağımdan geçeceğine bakıyorum. Bu esnada yola çıkalı bir 5 dakika olmuş. Saatimi kurmak üzere ana ekrana döndüğümde 16.05 saatini fark ediyorum. Zamanda yolculuk için çok teknolojik bulmadığım otobüste bir anormallik var. Yanımda oturan teyzeye otobüsün nereye gittiğini soruyorum, Ottobrun yanıtını alıyorum. Enfes!

Ottobrun'a ulaştığımızda teyzeciğim inmemiz gereken durağı işaret ediyor. Bir otobüs durağına kadar bana eşlik ediyor, buradan bineceğim otobüsle Münih'e dönebileceğimi söylüyor. Birbirimize sevgiyle el sallarken henüz çarşamba günü almış olduğum beremi indiğim otobüste unuttuğumu fark ediyorum.

Bineceğim otobüs ben donmadan durağa ulaşıyor. 15-20 dakikalık bir yolculuk sonrası evimin yakınlarındaki bir durakta iniyorum. Hızlı yemeğimi alıp, herhangi bir araca çarpmadan, mevcut parça ve eşyalarımı koruyaraktan eve ulaşıyorum.

Bugünü nispeten hasarsız kapattım. Bankaya hesap açtırmaya gittiğim noktada bütün günü cüzdansız geçirdiğimin farkına vardım. Banka şubesinin evimin hemen karşısında olması vesilesiyle bankacıya "Ay, siz bekleyin iki dakika, ben bir koşu eve gidip geliyorum," dedikten sonra akılsız başımın cezasını beş katı tırmanarak ödedim. Neyse, bir şekilde anlaştık gibi bankayla. Bankacı daha erken bir tarihte randevu vermek için beni bir yarım saat içerisinde arayacağını beyan etti ama ben kendimi kuaför koltuğuna attığım için paltomun cebinde birkaç kere çalmış olan telefonumu duymadım. Ama olur ya, benim işim. Olur, olur..

Bazen bu şaşkınlıkla nasıl tek parça yaşadığıma şaşıyorum.

20 Kasım 2011 Pazar

Lezzete Dönüş

Mutfakla samimiyet kurmak suretiyle artık hayatımın bu şehirde devam ettiğini kabullenmeye başladım. Son 4 yıldır üstesinden gelmiş olduğum hazır/yarı hazır yemekleri yeniden tüketmeye başlamış olmak, hem kalan şuncacık damak zevkimi öldürüyor hem de beni üzüyordu. Geçtiğimiz hafta içerisinde elimi una bulayarak pişirmeyi ve yemeyi sevdiğim yemeklere dönüş yaptım. Aferin bana.

Hafta başında toparlayabildiğim malzeme ile mantarlı amorf yapmak üzere mutfağa girdim. Buradaki sodalarla anlaşamadığım için sodayı malzeme listesinden çıkarttım. Bayatlamayı reddeden az unlu/bol tahıllı esmer ekmeği uzunca bir süre kurutmaya çalıştıktan sonra küçük parçalar halinde elimde kırdım. Sevgili Nora'nın mutfağı ihtiyaç duyabileceğim hemen her şeyi içerse de bir "kıyıcı" bulamadığımdan bıngıl kollarım çeşitli ufalama, ezme, doğrama faaliyetlerinde kas yapmaya meyl etti. Bir bardak fındığı kıyıcım olmadığı için çekemediğimden, el marifetiyle çalışan "çekici" ile parçalanmış hali ancak bir bardağı dolduran fındıkla idare etme tembelliğinde bulundum. Mantar miktarını biraz fazla tuttum. İlave olarak bir miktar krem peyniri de karışıma ekledikten sonra, bu sefer cömert porsiyonlarla amorfları fırına verdim. Önceki çalışmalarımdan daha esmer, daha kıtır yavrular tepside uzanarak ertesi sabahı beklediler.

Ertesi sabah ofise gidince merak içerisinde almış olduğum ilk ısırıkla sevinç nidalarında bulundum. Ofis halkı da mest oldu. İsim soranlara, tarif soranlara kişisel bir çalışmamla karşı karşıya olduklarını söyledim. Bunun geleneksel bir Türk "pastry"si olmadığını, görüntüsüne rağmen tatlı kurabiye olmadığını ve benzeri açıklamaları gün içinde beslenmeye gelen çeşitli milletlerden proje arkadaşlarıma açıklamak durumunda kaldım. Pişirmek, yemek ve ikram etmek bana iyi geldi.

Hafta başlarında ofise kutu kutu "müsli bar"lar yığıyorum. Hafta boyunca ofis arkadaşlarımla genelde uzayan saçma sapan mesai saatlerimizde bunlarla besleniyoruz. İki haftadır ise sevgili "mesafeli" Fransız oda arkadaşım gözlerimi yaşartan eylemlerde bulunup bana çikolata ikram ediyor. Halbuki sessizce kantine gidip sonrasında arkamda haşır huşur ambalaj açmalarına, müsli almak üzere çekmecemi açıp ona döndüğümde ise elini uzatmış olmasına alışmıştım. Hayat beni mideme giden yolda sürprizlerle karşılaştırmaya devam ediyor.

Canım ablamın geçen hafta sonlanan ziyaretinde bana mercimek çorbası pişirmiş, Sultan Pastanesi ve Fırını'ndan simit getirmiş olması da özlemediğimi iddia ettiğim lezzetleri hatırlamama sebep olmuş olabilir.

Dün sonunda bir "mahallemizi tanıyalım" turuna çıkabildim. Bunda bu eve taşınalı nedense eve uzak s-bahn/u-bahn istasyonlarını kullanmakta olduğumun farkına varmam, bir hafta sonunda evde ve yalnız bulunmam etken olmuş olabilir. Hafta içerisinde Prinzregentenplatz'ın, Max-Weber'den daha yakın olduğunu deneyimlemiştim (üstelik hemen çıkışındaki fırıncık akşamüstü karbonhidrat deliliğimi, eve bayılmadan ulaşabileceğim şekilde sonlandırıyor). Dün de Ostbahnhof'tan 15 dakika yürümek yerine Leuchtenbergring'ten 5 dakika yürüyerek kollarımı koparmadan/burnumu dondurmadan evime gelebildim.

Mahalle turunda o sokaktan girdim, öbüründen çıktım; 3 saat boyunca 1 derece sıcaklıkta ısıtma numarası yapan güneşin altında dolandım. Mahallemizin kitapçılarını gezdim, bir Julian Barnes kitabı daha aldım, Uzakdoğu marketlerini gezdim, gönlüme göre kuaför bulamadım. Sultan Pastanesi'nden aldığım simidi kemirir, elimdeki poşetteki ıspanaklı böreği evde çayla tüketmek üzere sabırsızlanırken küçük bir Türk marketine girdim, mest bir şekilde yufka, tahin, zeytin vs. aldım. Uyum sağlamak adı altında kendime lüzumsuz eziyet etmeye son verip alıştığım ve sevdiğim lezzetlerle arasıra buluşmanın hiç de olumsuz olmadığına kanaat getirdim. Şimdi buzlukta Feyza Köfte Harcı ile yoğurduğum köftelerim duruyor.

Pişirme azmim ve heyecanım devam ediyor. Bakalım, kurabiye dünyasında kendime yer edinebilecek miyim?

14 Kasım 2011 Pazartesi

Aaaaahh!


hafifmüzik sağolsun, bir süre önce AHK-toong BAY-bi Covered albümünden haberdar olmuştum. Araştırmacı canım arkadaşım G.A. sağolsun rapid mapid marifetiyle albümü ulaştırdı. Ctesiden bu yana çok feci sarmış durumdayım. Bugün dakikalarca Jack White dinledikten sonra canım çok fena rakı istedi yine. Nasıl güzel bağırıyor, nasıl güzel!

İkinci favorim Until The End Of The World. İlk üçü sıralamam gerekiyor ya, eşsiz müzik zevkimle, onları da sıralayıp susayım. Ultraviolet ile Acrobat arasında gidip geliyorum.

Bir kere daha dinleyeyim, Jack White'ı.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Bergamo




-bergamo eski şehir-


-eski şehirin meydanı-


-katedrale girmeden önce oranızı buranızı açmayın uyarısı-


-eski şehirde katedral-


-eski şehirden, yeni şehre ilerlerken gün batımı-

Ölmüşlerimizin Canına Değsin


Willkommen in Österreich!

Willkommen in Schweiz!

Willkommen in Frankreich!

Wilkommen in Itaien!


-Vodafone Mesaj Kitaplığından-

1 Kasım'da tüm azizlerimize saygı duruşunda bulunuyormuşuz. Ptesi de kendisi ile birleşiyor ve ekim ayı sonunda yine bir tatilciğim oluyor. Sıradaki duam tüm azizlerimize gidiyor.


Tatil, aylar öncesinden belli ama bir türlü plan program yapamadım. Uyuşukluktan ve başka çeşitli sebeplerden ötürü bir türlü ne yapacağıma karar veremedim. Her tatilde haldır haldır bir yerlere gitmek beni yoruyor olsa da soğuk ve yalnız (mendilimi getirin) Münih'te 4 gün geçirmektense yollarda telef olmayı göze alıyorum. C.T. ile Lozan'da mı buluşsak, Münih'te mi sorusuna yanıt bulamadık, arada bir de sevimli doktora tezi duruyor. Türkiye'ye dönmeden M.İ.T.'yi mekanınında yakalamak isteğiyle kendisi ile Milano'da buluşmak üzere anlaşıyoruz. Tam bu noktada, C.T. "Acaba buradan mı geçsen?" diyor, planlar bir kere daha revize oluyor, sonunda Zürih-Lozan-Milano hattında karar kılabiliyorum.


Cuma öğle saatlerinde "car pooling" vasıtasıyla bir hatunla buluştum. Tüm kararsızlık sürecinde hemen her işimi yarım yamalak yaptığım, çarşamba ve perşembe gecesi Ankara'dan gelen E.K. ile kendimizi çene-yeme-içme üçlemesine verip üçer saat uyuduğum için çok didiklemeden saati bana uygun ilk araçla anlaşmıştım. Arabaya ulaşana kadar kız beni bir miktar dolaştırdı ama sallamadım. Yolcu bir adam benden önce ulaşmıştı, aralarında Almanca muhabbete devam ettiler. Sonra bir başka yolcuyu almak üzere, araç sahibinin beni almaya erindiği noktaya gittik arabayla ve yola çıkabildik.


Yolcu olan teyze bana dönüp, son derece düzgün bir telaffuzla "Benimle Türkçe konuşabilirsin," dedi. Kızının babası Türkmüş; ne yapıyorum, neden geldim, muhabbet ettik bir süre. Kendisini yollara düşüren gönül çarpıntısını anlattı, heyecanla. Başta biraz şaşırdım, ben neden öğreniyorum bunları diye. Sonra kadının heyecanı ve içtenliği hoşuma gitti. Sonra kendi aralarında Almanca muhabbete devam ettiler.


06.00-09.00 arası uyuyabilmiş olduğum için uyuklamaya çalıştım arabada. Sohbetin coştuğu bir noktada kulak verdiğimde Alman halkına, yolcu teyzenin benimle konuştuklarını anlatığını fark ettim (bu hafta Almanca konuşulanlara karşı algımda bir açıklık oldu). Uzunca bir süre Türklerden konuştular. Milliyet duygum gelişmemiş olmasına rağmen çok rahatsız oldum. Yarım saat kadar ana fikrini kaçırdığım bir çerçeve dahilinde tanıdıkları Türklerden, Türklerin genelinden konuşup durdular. Uykusuzlukla birleşince sinirim yavaş yavaş tırmanmaya başladı.


Zürih tabelalarının okunmaya başladığı noktada, sürücü bayan -yazılı kaynaklara küfür eklememeye özen gösteriyorum- "Bu saatte trafik felaket oluyor, ben zaten Basel'e devam ediyorum, şehir içine giremeyeceğim," dedi. Sinirden kulaklarım uğuldamaya başladı. Yolcu bey -Frank- dedi ki, "Ben sana yolu tarif edeceğim". Kendisiyle herhangi bir şehir merkezinden uzak bir noktada arabadan indik. Frank'in eşi arabayla gelip bizi aldı. Beni bir otobüs durağına bırakıp binmem gereken vasıtaları tarif ettiler. Bir önceki seyahatimden kalma bozukluk franklarım ile otobüsle Baden istasyonuna gittim, oradan da trenle Zürih'e. Sıradaki küfür kitlem sürücü Christina'ya gidiyor.


C.T. ile Zürih istasyonunda buluştuk. İtalya biletlerimi bastırırken Verona-Münih biletimi almadığımı fark ettik ve bunu bahsi geçen trene binmeden önce fark edebildiğimiz için sevindik. Kararmaya yüz tutmuş göğün altında nehir boyunca az biraz yürüyüp ara bir sokaktaki kafede karnımızı doyurduk. Ağır aheste istasyona dönüp, Lozan trenine atladık.


İtalya demiryolları sitesinin sayfasının berbatlığı hususunda bir arkadaşım uyarmıştı. Seyahat öncesinde bilet edinmeye çalışırken kredi kartı bilgilerimi aldıktan sonra lank diye beni ana sayfaya yönlendirip, hiçbir teyit e-maili göndermemesiyle uyarının yerindeliğini ziyadesiyle anlamıştım. Ana menülerin İngilizce arayüzü bulunurken, bir alt menüye ulaşmaya çalıştığımda herşey İtalyanca'ya dönüyordu. Bir gün bekleyip kredi kartı ekstremde bir hareketle karşılaşmayınca Alman demiryolları sitesinden şansımı denedim, kendisi bugüne kadar bana hep yardımcı olmuş olmakla birlikte bu lanetli bilet alma merasimimde beni bir aşamada yalnız bıraktı. Bu noktada tepemde çakan minik bir lamba (ah kokusunu sevdıgımın karpiti) ile yüzümü İsviçre demiryolları sitesinde döndüm. Hiç sıkıntısız biletlerimi aldım. Tüm minnettarlığım İsviçre'ye gidiyor (böyle de genellerim tüm bir memleketi).


Çenesi düşük tren yolculuğumuz sonunda Lozan'a ulaşınca küçük bir kararsızlık süreci sonunda canım C.T. ile daha önce de gitmiş olduğumuz kafeye gittik, enfes beyaz şaraplarımızı yudumladık ve balkabağına dönüşmek suretiyle eve gittik. Kapıda neşeli komşu amca ile karşılaştık. Bu adamı her gördüğümde kafamı göbeğine gömüp, belinde kavuşmayacağını bildiğim kollarımla kendisine sarılmak istiyorum. Pillerimizin bittiğine ikna olduğumuzda yatağa yollandık. Ctesi sabahı hızlı bir kahvaltının ardından C.T. beni Lozan-Milano treniyle uğurladı (5 pare top atışı).


İstasyondan salına salına yürüyerek M.İ.T.'nin evine ulaştık. Gallarate, eski dokuda sevimli bir merkeze ve hemen dibinde biten yeni ve geneli modern binalarla genişleyen bir yerleşime sahip. Milano-Gallarate arası aralıksız binalarla devam ediyor, bu yapıların bir kısmı konutken çoğunluğunu sanayi binaları oluşturuyor. Yine istasyonun dibinde göçmen yoğun bir kitle var ama Milano'daki gibi tedirgin edici bir halleri bulunmuyor.


M.İ.T. ile tatil genelinde bize eşlik eden B.K. akşam yemeğini hazırlarken ailenin yaşlısı olarak bir miktar dinlendim. İtalyan bir arkadaşları da eve ulaştıktan sonra B.K.'nın hazırladığı dağ mantarlı risotto ile karbonhidrat diyetime devam ettim. Yemekten sonra bir kahve içmek üzere haifi titremelerle merkeze gittik. Dönüşte prosecco'ya kaldığımız yerden devam ettik.


Espressonun yanında bana kalp çarpıntısı ve düşük tansiyon hediye edildiği için İtalyanların aşağılayıcı bakışlarına aldırış etmeden americano kahve talep etmeye başladım bilmem kaçıncı kahvemden sonra. Onlar da sağolsunlar, fincanda espresso yanında sıcak su servis etmek suretiyle benimle dalga geçtiler. Canları sağolsun.


Pazar sabahı kahvaltı sonrası tren ile Sesto Calende'ye gidip B.K. ile buluştuk. Kendisinin taze pişirdiği incirli tartın hakkını verdikten sonra arabayla Maggiore Gölü kıyısındaki Stresa'ya geçtik. Bir tekneye doluşup göldeki adalardan Pescatori adasına ulaştık. Adayı bir güzel tavaf ettik (bu esnada sıcak bir mevsimde adada bir haftasonu hayallleri kurdum) ve Stresa'ya döndük. Abur cubur tezgahlarında iştahlarımızı oyaladık. Birer kahve içip Arona'ya doğru dönüşe geçtik. Arona'da hızlı bir tur ve yeni abur cuburlar sonrasında Sesto'ya döndük. Türlü şarküteri ürünüyle sakinleşip müthiş bir pizzayla mide hacmimi genişlettim.


Almanya'da mümkün olduğunca domuz etinden uzak duruyorum, tüketimimi takip eden saatlerde midem bozulmaya başlıyor. İtalya'da yediğim pastırmalar, vs.ler incecik dilimlerin kaynağına sarılıp yatma isteği uyandırdı. Hem çok lezzetliydiler hem de zerre rahatsız olmadım.


Zavallı B.K. ve M.İ.T. kibar insanlar oldukları için beni kırmayıp Gallarate Caz Festivali'nin pazar akşamı programına katılma önerisini plan haline getirdiler. Teatro Del Popolo'da şiş karınla caz dinlemiş oldukları bu gece ve eşliğinde beni yıllar boyu unutmayacaklarına eminim. İlk olarak Paolo Damiani sahne aldı, "violoncello"su ile birlikte. Çalarken ara ara kaydetmekte olduğu kimi bölümleri, aynı parça içerisinde eş zamanlı olarak canlı müziğine ekledi (kıt müzik bilgisi/görgüsü ile böyle aktarabiliyorum). Sürprizli ve güzeldi. Ardından Felice Reggio Trio, Chet Baker parçalarını yorumlamak üzere sahneye çıktılar ama hemen ardından! Paolo Bey, daha notlaraını, kayıt cihazını, enstrümanını toparlayamadan trio sahneye baskın yaptı Bir ara takdimci ile birlikte sahnede 5 kişi oldular, çok eğlendim. Adamcağız şaşkınlık ve aceleyle mekanı terk etmeye çabaladı.


Felice Reggio Bey'in kot pantolon giymiş olmasına takıldım. Sanırım bu iki dinleti arasında benim de bir araya ihtiyacım olduğu ve dikkatimin dağıldığı yönünde gözlerimin bana bir uyarısıydı. Kendisinin üzerinden düşen dizleri çıkmış kotunu gördükçe karşımda çeşitli üflemeli enstrümanlar çalan adamı ağaçta meyve toplarken hayal ettiğimi fark ettim. Belki de karbonhidrat zehirlenmesi yaşıyordum, bilmiyorum. Ama 21.30'da başlayan konser ara vermeksizin gece yarısına doğru bittiğinde M.İ.T. ve B.K.'nın yüzlerinde halen birlikte geçireceğimiz 1.5 günün düşüncesiyle yerleşmiş dehşeti tüm anlaksızlığıma rağmen algılayabildim. Müzik güzeldi ama hakkaten araya ihtiyacımız vardı (hayat da öyle değil mi, ey sevgili?).


Pazar gecesi Torino'ya niyet yatıp, ptesi sabahı Bergamo doğrultusunda uyandık. Otobandan Milano'yu kuzeyinden sıyırıp Bergamo'ya ulaştık. Citta Alta (eski şehir), biz Bergamo'ya yaklaştıkça tüm sise pusa rağmen tepe üzerinde belirmeye başladı. Arabayı park ettikten sonra tepeye doğru yürümeye başladık. Havanın genel puslu dokusu, tepeye sırtımızı dönüp yeni şehir silüetinde gözümüzü gezdirdiğimizde eski şehrin eteklerine yakın duran tarihi binaları, kuleleri, kubbeleri tüm şehir boyunca devam eder gibi gösteren olumlu bir yanılsamaya dönüştü. Dar sokaklarından tırmandığımız eski şehir, artık iflah olmaz cani bir aça dönüşen midemde burgaçlar oluşturmaya başlamıştı ki Al Donizetti isimli leziz bir pastacı/lokantada mola verdik. Prosecco da beni özlemişti, yanında ravioli getirmişti, sağolsun. Tıka basa doyduktan sonra tatlı istemediğimi söylediğimde işletmeci bayan bana dudak büktü. Sanırım doymuş olmama rağmen içimdeki canavar gözlerimden bakmaya devam ediyordu.


Eski şehir içindeki turumuzu kilise ve katedral turuyla sonlandırdık. Dilek mumlarımızı diktik. Kahvelerimizi içtik. Dondurmamızı yedik ve günü batırırken yeni şehre doğru dönüş yoluna koyulduk.


Yeni şehirde şık mağazalar arasında dolaşırken, bir gün önce Arona'da nefsime mukayet olarak platonik bir ilişki geliştirdiğim çizmelerle yeniden karşılaştım. Önce usulca baktım kendilerine, vitrinde. Heyecanımı belli etmemeye çalıştım. Sonra içimdeki durdurulamaz heyecanı onlardan daha fazla saklayamayacağımı anladım, al yanaklarım hafif bir gülümsemeyle aydınlandı ve koşarak mağazanın içine girdim. Satış görevlisi depoda 35 numara araştırması yaparken, B.K.'yı hala kendime mukayet olabileceğim, bu isteği dizginleyebileceğim yönünde ikna etmeye çalışıyordum. O ise bana kıs kıs gülerken, gönlümü verdiğim çizmelerin, tam da vitrinden beni çağıran çiftinin 35 numara olduğunu öğrendim. Cumadan bu yana dağ taş beni gezdiren zavallı Columbia pabuçlarımı bir hışımla çıkarttım, çizmelerimi giydim ve 10-12 santim uzamış boyumla aynada kendimden geçmiş halime baktım. Manen ve madden hafiflemiş bir şekilde mağazadan uzaklaşırken, elimden çizmelerimi almaya çalışan, pardon, benim yerime kendilerini taşımayı öneren M.İ.T.'ye "Vermem çizmelerimi!" dediğim anda bir kez daha kendimi kaybettiğim bir pabuç eyleminde bulunduğumu anladım. Tam o sıralarda telefonla bağlandığımız H.C.S.; çizmelerimi ballandıra ballandıra anlatınca "Eyvah, hastalığın yeniden nüksetmiş," dedi. Çıkmadık candan umut kesilmez.


Bergamo'dan mutlu mesut ayrıldık, Gallarate yolunda Legnano'ya saptık. La Conchiglia isimli restoranda kendimi temelli kaybedip ne var ne yoksa tattıktan -ve yemeklerimi bitiremedikten- sonra eve döndük. Çay içip kendimize geldik.


Salı öğle saatlerinde Milano'ya ulaşıp, hafif bir şehir turu attıktan sonra muhteşem ev sahipleri M.İ.T. ve B.K. ile vedalaşıp Verona aktarmalı Münih trenine dünyanın en güzel ikinci çantası, muhteşem çizmelerim, belimi sıkan kemerim, ben ve tahmini ilave 3 kilo ağırlığım (bir nevi payload) doluştuk. Tüm teşekkürlerim M.İ.T. ve B.K.'ya gidiyor.


Yolculuğumun son üç saatinde Before Sunrise ve Before Sunset izleyerek tren yolculuğuma hafiften takıldım ama o oralı olmadı. Sis içerisinde yol alıp nerede olduğumuzu anlamaz ve kendimi trenden Hauptbahnhof'ta inmeye şartlamışken, Ostbahnhof tabelasını şaşkın tesadüfü ile görünce eşyalarımı döke saça topladım ve mahallemin sisli soğuğuna adım attım. Kendimi çok güvende hissettim caddeye çıktığım anda. Sanırım benimsemeye başladım, Münih'te yaşamayı, halen şehirle yoğun bir ilişki kuramamış olsam da.



22 Ekim 2011 Cumartesi

Göçebe


Barınma

Silke Teyze'nin evinde iki hafta geçirdim. Çamaşır makinası için jeton aldığım, ikimizin de tek kelime anlamadığı bir konuşma gerçekleştirdiğimiz leopar desenli kürk mantolu (madonna) Alman teyze ve October Fest sevdalısı çapraz komşularım dışında apartman içinde neredeyse kimseyle karşılaşmadan; tıngır mıngır gelen ve her binişimde ölmeme duası ettiğim asansörle boşluğa yuvarlanmadan iki haftamı tamamladım. Sonrasında D.G.'nin evine geçtim.

D.G.'nin evi, aynı D.G. gibi neşeli ve güleryüzlü karşıladı beni. İşteki lüzumsuz yoğunluk sebebiyle iki hafta boyunca 05.00'te kalkıp, önce metrobüse, sonra metroya, en sonunda da şirket otobüsüne binip 07.05'te ofisi törenle açtığım berbat yorucu günlerin akşamında bu eve ulaşmak beni dinlendirdi. Evde son iki günümü canım tollimle geçirdikten sonra şubat ayı sonuna kadar kalacağım canım evime geçiş yaptım. Beni evsiz barksız bırakmayan sevgili D.G.'yi sevgiyle kucaklıyorum.

Canım evim, tam da istediğim gibi Haidhausen yöresinde. Pek tatlı ev sahiplerim 4.5 aylık bir tatile giderken evlerini tüm konforuyla bana bıraktılar. Artık 05.45'te kalkıyorum, 5 dakika yürüyerek otobüsüme binebiliyorum.

Dün erkenden kendimi uykunun kollarına bıraktığım için, bugün sabahın köründe enerjiyle uyandım. Hava tahmininde gül yüzünü bizden esirgemeyeceğini bildiren güneşin kompil gri gökyüzünde bir delik açmasını bekliyorum, çevre gezisine çıkmak için.

Soğukla Mücadele Ekibi

Hava bir gün 20 derece iken ertesi gün çat diye 10'a düşüyor. Bu bende kış aylarında yenmek üzere buzluğa kalkmadan kaynar suya atılan taze fasulyenin yaşadığı şok etkisini yaratıyor. Sonra hava birer derece birer derece ısınırken günden güne, ilk yediğim soğuğun etkisiyle direncim artıyor. Hava tekrar 10 derece soğuduğunda ağlamıyorum artık. Bu arada bir kere hasta olup antibiyotiğe saldırmış olsam da alışıyor gibiyim. Sadece dün sabah evden çıkarken 0 derece olan havanın henüz sonbahar iklimini temsil ettiğini hatırlamak arada içimi ürpertiyor. Ev sahibim kalın palto ve sağlam pabuçla hiçbir şeyden korkmamam gerektiğini söylemiş olsa da kar maskesine de sıcak bakmıyor değilim.

Bence October Fest..

Festivalle ilk görüşmemiz şirket organizasyonu ile oldu. Gittiğimiz çadırın balkonlu bölgesinde bulunduğumuz için ergen sarhoşlarla çok samimi olmadım. En efendi, sakin gördüğüm Alman iş arkadaşlarımın kollarını anlamsızca sallayıp bir ağızdan söyledikleri Almanca şarkılarla eğlendim, biraya doydum.

İkinci karşılaşmamız bir cumartesi akşamüstü insan seli içerisinde milim milim ilerlemek, çadırlara girmeye tenezzül dahi etmemek, işeyenlerden sakınmak ve kendimi alandan zor atmak suretinde gerçekleşti.

Bir başka akşam İspanyol kardeşlerimle gittim. Ergen sarhoşların biralarıyla yıkandım, hafiften de çakır olup canım arkadaşım M.A.'yı arayıp "Yanımda siz olmadıktan sonra neye yarar elin festivali?" yakarışında bulundum.

Son olarak D.G. ile atıldığımız macerada bizim toplamımız x 2 ebatlarındaki güvenlik görevlisinin itiş kakışına maruz kaldıktan sonra, "hay ben böyle festivalin.." diyerek kendisiyle vedalaştım.

Ankara'da hayatımı sürdürürken böyle bir festivali görmek için çabalar mıydım? Hayır. Ne kadar bira sever bir insan olsam da memleketin daha sakin bir vaktinde insani koşullar dahilinde içip eğlenmeyi tercih ederdim. Rio olsa mesela, farklı bir şey göreceğim diye heyecan duyardım. Ama sanırım hangi milletten olursa olsun bu kadar sarhoş yoğun bir ortamda içime fenalıklar doluyor. Yine de Ankara'dan teşrif edip şehri onurlandıran K.A. ile Z.G. iyi ki festival aşkıyla yollara düşmüşler, bir haftasonum onlarla renklendi.

Festivalin en gürültücü topluluğu İtalyanlar, en azimlileri Erasmus gençleri, en çok eğlenenleri Bavyeralılar; benim gözlemlediğim. Her yaştan amca ve teyzenin yerel kostümlerle sarhoş olduğu festival boyunca genç kızların kıyafetlere özgün yaklaşımlar getirdiği gözlemlenirken, erkek koleksiyonunun en heyecan verici parçasının iri ilmekli hırkalar olması tasarımcıların erkek koleksiyonuna çok da zaman ayırmadığını kanıtlıyor bizlere (Vogue Münih edisyonu).

Sanırım rezervasyon olmadığı sürece bir sonraki festivalde çok da zorlamam şansımı (elitist yaklaşımlar).

Abidin

M. Şehmus Güzel'in üç ciltlik Abidin Dino kitabına heyecanla başladım. Şehmus Bey, lafı o kadar dolandırmış ki hayatımın en eziyetli okuma deneyimlerinden birisini yaşadım. Kendisi gerçekten kitabı hazırlamak için çok çaba sarf etmiş, pek çok kişiyle görüşmüş, bir çok araştırmada bulunmuş. Sadece Abidin'i değil, bahsi geçen dönemlerdeki Türkiye ve Avrupa sanatçılarını, siyasetçilerini tanıtan bir "yaratı" merkezde duruyor; etrafında tel kadayıf misali lafı uzatan, dolandıran, konuyu unutturan bir laf kalabalığı.. "Bunu zamanı gelince anlatacağız.. Abidin bunu söylerken yanılıyor olmalı.. Zaten böyle olacağını görmemiş miydik.." gibi okuru kitaptan iten bir anlatım. Sade bir ifade yaklaşımıyla yazılsaydı bu kitap, eminim ilk cildi 450 yerine 200 sayfaya sığardı. Haftalarca gezdik kitapla birlikte, ilk cildi acılar içerisinde bitirdim; şimdi ikincisi için güç topluyorum.

18 Eylül 2011 Pazar

Mevsim Değişikliği İçin Nereye Dilekçe Veriyorduk?


Sabahtan bu yana yağmur yağıyor. Dün gece başlamıştı. Bir an durmadı. Annemin deyimiyle "havanın yükselmesini" bekledim, yükselemedi lanet şey (lanet okuma!).


Yanımda getirdiğim dergileri bitirdim. Kitabıma son sürat devam etme isteği içerisinde değilim. Güzel bilgisayarım film oynatmıyor. Oynatsın diye zerre anlamadığım bir şeyler indirmeye çalışıyorum internetten, sürekli bağlantım kopuyor.


Azmedip İngilizce film gösteren sinema buldum. Totom yerinden kalkmıyor.


Şu şehirde tanıdığım hepi topu üç-beş insan var; hepsi şehir dışında, birisine ulaşılamıyor.


Karbonhidrat bir yere kadar mutlu ediyor.


Bütün kış böyle geçecekse yandığımın resmidir.


Ben neye başlıyordum dün?

17 Eylül 2011 Cumartesi

İlk hafta

Geçen hafta pazar günü yerel saat ile 09.30'da Münih iline intikalim gerçekleşti. Müthiş bir düzenleme ile geceyi uykusuz geçirdiğim için ikinci Münih çıkartmama rüyada yüzer gibi başladım, halen de aynı hissiyat içerisindeyim.

İlk sefer, orduma kendisinden beklenmeyen bir hareket kabiliyeti sağlamış. Beklenmeyen olması, olağanüstü olması anlamına gelmiyor; sadece modern insanın kolayca gerçekleştirebildiği toplu taşıma işlemleri gibi gündelik hadiseler benim açımdan "başarılması gereken eylem" halini alabiliyor. Çok yetenekliyim.

Doğru S-Bahn ile doğru istasyonda inip, kalacağım yere ulaşıp çantalarımı attım ve dışarı çıktım. Bir miktar dolandıktan sonra bir adet beyaz birayla azıcık kendime geldim, sonrasında odama yerleşip akşama kadar uyudum. Akşam bir miktar daha bira tüketmiş olabilirim. Biraz da yağmur yemiş..

Türkiye'den bir saat geride olmak, burada alışma sürecimi kolaylaştırıyor. Pazartesi sabahı alarmım 05.45'e kurulmuş olsa da 05.00'te pek rahat uyanmıştım, çok hayrını gördüm bu hareketimin. Yine kaybolmadan -aferin koca kıza!- şirket otobüsüne ulaştım ve işe gittim.

Kıymetli amirlerime haber etmeyi unuttuğumdan gelişimi şaşkınlık ve sevinçle karşıladılar, elimi hasretle sıkarken kollarımı Alman gücüyle sınadılar. İspanyol kardeşlerimle bol gürültülü, epey sarılmalı bir kavuşma yaşarken Fransız meslektaşlarımla saygın ilişkimizi korumaya devam ettik.

Bu gelişimde zınk diye işin orta yerine düşeceğimi bilmeme rağmen bütün haftayı hafif -tamam biraz daha fazla olabilir- endişe ile geçirdim. Cuma sabah saatlerinde zihnimin çarkları tozlarından arınmaya başlamıştı ama erken kaçtım, kısmetse pazartesi devam eder akafam çalışmaya.

Gelmeden önce de olduğu üzere, geldiğimden bu yana ev aramaktayım. Kimseye yük olmayayım derken yardım öneren hemen herkese "ay evet, süper olur!" yanıtını vermeye başladım. İlk haftamı gayet enfes bir bölgede geçirip, akşamları işten geç gelip devrildim. Sonra ev arayışımda sevgili Silke teyze ile yolum kesişti. Kendisinden 2 haftalığına evini ödünç aldım. Şimdi kendisinin orman yeşilliğinde, çöl tozluluğundaki aydınlık salonunda yerde iki büklüm yazmaktayım -interlenki en düzgün yakaladığım nokta-.

Bu gelişim azıcık fazla biraz hüzünlü oldu, beklemiyordum. Gelmeden önceki gün babannem telefonda ağlamaya başlayınca, hafta boyunca mümkünse yalnızken dökmüş olduğum gözyaşlarımı biraz fazlaca saçtım ortalığa. En sevdiğim sakinleştirici eylemlerden mm basamaklarında meyveli gazoz ve sigara eşliğinde Y.T. ile telefon görüşmesi sayesinde biraz olsun sakinledim. Bir de son gecemi dışarıda arkadaşlarımla ve sarhoş olmaya and içmiş bir şekilde geçirdiğim için ablacığımla ağlaşacak vaktimiz de kalmadı.

Evsizlik ve başka hadiselerden de canım sıkkındı ama dün içimin güneşi doğmaya başladı. Önce yanlış yola saptığımdan emin bir Alman amca, yol tarif ettikten sonra arkamdan koşup beni gitmeye çalıştığım sokağa bıraktı. Sonra buluşma noktası olarak belirlenen dönercideki beyler "beyaz bira istiyorum" diyince kopup, benimle süper eğlendiler. Dedim, "Ne yani, beyaz değil mi?", kabul ettiler onlar da sonunda. Sonra da eski coğrafya öğretmeni, yeni ticaret insanı bir beyle benim ev sorunum vesilesiyle çay içmeye başlayıp, memleket ve hayata karşı umutla dolup yanından ayrıldım.

Bu sabah da yeni konağıma -konduğuma göre doğru mudur?- geçtim. Dün bir kısım eşyamı bırakmış olmama rağmen sırtımın üçe katlanması sebebiyle getirip giymeye fırsat bulamadığım yazlık kıyafetlerime küfürler savururken sevgili D.G.nin "burası hep sonbahar kış" yorumunu da saygıyla andım.

Ve fakat keyfim asıl markete gidince yerine geldi. Sanki annemin karnından birlikte yola çıkmışız gibi özlemiş olduğum ıcık cıcık meyveleri, güzelim peynirleri, sevdiğim makarnaları alınca "oh be!" dedim. Oh be! Bir de ablamın ABD yıllarında -bana ne oluyorsa- gönül verdiğim marşmelovlun sıcak çikolatayla karşılaştım, enfes oldu.

Gelmeden önceki hafta koşturmacada 1 kg kadar vermiştim, geleli 1.5 daha vermişim. Diyetisyenle 2.5 ayda ulaşamadığım ağırlığı iki hafta ıvırzıvır peşinde koştururken vermiş olmam bir sağlıksızlık başarısı olarak kişisel haneme yazılsın. Neyse, dolaba tıkıştırdığım karbonhidrat kitlesiyle yuvarlanırım bir haftaya kalmaz.

Arcade Fire'dan Ready to Start gelsin..

4 Eylül 2011 Pazar

Can Gençlik'e Ne Oldu?


Ne sayfasına ulaşabiliyorum, ne de tatmin edici bir yanıt bulabiliyorum soruma. Pek heyecanlıydım halbuki, yayınladıkları ve yayınlayabilecekleri hiç bilmediğim kitapları düşündüğümde. Sayesinde J. C. Oates ile tanıştım. Birkaç ay önce Seksi'yi okumuştum, önceki hafta da Deli Yeşil'i. Geçen hafta cumartesi sabahının otobüste uyanılan ilk saatlerinde, kitabın heyecan ve gerilimi gittikçe tırmanır ve tırmalarken, aşağıdaki şiirle selamladı sayfalar beni. Yazma tembeli oldum; fotoğrafla gelsin. Can Gençlik de yeni güzel kitaplarla geri dönsün.




1 Eylül 2011 Perşembe

Lozan'da

Zürih’te trene binmeye hazırlanırken E.S. mesaj attı, “Geliş yönünde sol tarafa otur, yaklaşırken muhteşem Leman Gölü manzarası ile karşılaşacaksın”. Anadolu’nun bozkırlarında at sürmüş bir vatan evladı olarak “Bir göl ne kadar muhteşem olabilir ki?” çok bilmişliği ile, yine de arkadaşımın sözünü dinleyerek trende yerimi aldım. Yol boyu dışarıyı izlerken Milka ineklerinin, çayırlarda uzanan geyik ailesinin, elindeki kovayla ineklere koşan Heidi’nin gerçekte var olduğunu –Heidi sarışındı ama olsun- anladım. Bern’den geçerken müthiş köprülere hayran kaldım, görülmesi gereken şehirler listeme ekledim.


İstasyona ulaştığımda C.T. ve E.S. beni bekliyorlardı. E.S. ile bir hafta önce Münih’te buluşmuştuk, C.T.’yi bir yıldır görmemiştim, uzun uzun teletabi sarılması yaptık. İstasyonun hemen yakınında bir kafede ilk –ve ikinci- kırmızı şaraplarımızı içtikten sonra evlerinin bulunduğu Pully bölgesine/semtine gitmek üzere trene bindik.


Pully’de, arkadaşlarımın evlerinin bulunduğu küçük sokağa, onun sakinliğine, şıklığına bayıldım. Sanırım Alman yapılarından sıkılmıştım (Ankara’nın müthiş mimarisi başlı başına bir tez konusu). Sıcacık evlerinde C.T. ile pencere önüne konuşlandıktan sonra yıllarca ismini dahi yüzümü buruşturarak telaffuz ettiğim beyaz şarapla beklenmeyen bir barış imzaladık. E.S. “Buranın beyaz şarabı çok başka,” dediğinde elimi tereddütle uzattığım kadehi kısa bir süre sonra yeniden dolması için ters yönde iletiyordum. Bu nimet karşısında mutlulukla kendimden geçmiş, C.T. ilen çeneye düşmüş iken, E.S. balıkları pişirmeye, salataları hazırlamaya başladı.


Ev sahiplerimin neşeli İspanyol arkadaşı L.S.’nin de gelişiyle rakıya geçiş yaptık ve haftalar süren hasret sona erdi. Gece yarısından sonra yemek, içmek ve konuşmaktan bitap yataklarımıza yollandık.


Takip eden gün öğleden sonra şehir merkezine ulaştık. Sokaklarda dolaştık. Ağlatan acılıkta Çin yemekleri ile karnımızı doyurup katedral yolundaki basamakları tırmandık, küçük bir kafede kahvelerimizi yudumladık. S.’nin de bize katılmasıyla yeniden Pully’ye döndük, arkadaşlarımın komşusunun mahzenine daldık ve bir başka enfes beyaz şarapla mutluluğa bir adım daha yaklaştık.


Yılladır kendilerinden “bizim balkon” diye dinlediğim, eve 3 dakika mesafedeki kilisenin arka bahçesinde soluklandık bir süre. Balkon enfes, enfes ötesi. Karşıda dağlar, arada göl, hemen önü bağlar. Saatlerce oturabilirdim ama gitmemiz gerekiyordu. Sahile doğru yürüdük, kıyıdan kıyıdan Ouchy limanına ulaştık. S.’ye veda edip, E.S.’nin arkadaşı J.O.’nun teknesindeki –yat mı demeliydim yoksa?- barbekü partisine katıldık.


Tahminen yerel mangal alışkanlıklarından kaynaklı bir önyargıyla barbekü partisinin barbekü kısmının sosisten ibaret olduğunu algılayınca önce minik bir şaşkınlık geçirdim. Sonra o kadar çok yiyip içtim ki şaşkınlığımı unuttum.


Gece uzadıkça uzadı. Avam İngiliz diliyle vedalaşan bir grup elit insan, Fransızcaya dönüş yaptı; uykum geldi derken saat 03.00 sularında, suları kontrol etmek isteyen bir grup delikanlı gece yüzüşlerini gerçekleştirdi. Kendilerini titrer vaziyette beklediğimiz tekneye geri aldıktan sonra hızlı bir vedalaşma turuyla L.S.’nin evine gittik. Yatmadan önce E.S.’nin kalan son enerjisiyle pişirdiği tarhana çorbasını içtik ve sabah insanlığa dönüş yapmış halde uyandık.


Takip eden günde önce pazarı gezdik. Meyve sebzemizi pazardan, sandviçlerimizi evden, şarabımızı şarküteriden alıp sahile gittik. İskelenin ucunda uzunca bir süre direndikten sonra göle kendimi bıraktım. İlk birkaç dakika diş kütleten bir titreme yaşadıysam da sonrasında pek mesut oldum.


Akşam şehir merkezinde küçük bir tur atıp meşhur bir hamburgerciye gittik, çıkışta koşturarak kendimizi bir yerlere attık, çok fazla ıslanmadan deli yağmuru atlattık.


Pazar günü, oraya ulaştığımda süper mutsuz olan beni ergen anası-babası sabrıyla dinleyip pofpoflayan canım arkadaşlarımla vedalaşıp bütün gün sürecek bir tren yolculuğuyla müthiş kasabama geri döndüm.


Lozan’a bayıldım. Ama sanırım C.T. ve E.S. olmasa bu kadar hayran kalmazdım. Hepsine yetişemediğim için bazen, birazcık fazla sayıda arkadaşım olmasından yakınıyorum ama ettiğim herhangi bir lafın, karşımdaki tarafından nasıl algılanacağını düşünmeksizin “gelişine” konuşabildiğim arkadaşlarım olduğu için çok da şanslı olduğumu biliyorum.


Hayat dostlarla güzel.



-Intro-



-Ev Sahiplerim-



-Basamaklar-



-Boş boş otursam gocunmayacağım banklar-



-Mahzende-



-Balkon Yolu-



-Balkondan Bağ Manzarası-



-Ouchy-



-Yavrular Pişerken-



-Yavrulara Mühendis Müdahalesi-



-Lac Léman-



-Halk Plajı-



-Pully-


-Yağmur geliyor-

23 Ağustos 2011 Salı

Zürih'te Birkaç Saat

Retrospektif anlatımlarım devam ediyor. Bir seyahati, hadiseyi zamanında anlatmayınca; düzeltiyorum, hemen ardından aktarmayınca tadı biraz gazı kaçmış kolaya, ısınmış biraya benziyor ama yine de anlatasım var.

Haziran başı tatilimde sevgili arkadaşlarım C.T. ve E.S.’yi ziyaret etmek üzere Lozan’a doğru yola koyuldum. Biraz onların da itelemesiyle kendimden beklenmeyen bir performans göstererek internet otostopu marifetiyle süper hızlı ve ekonomik bir yolculukla 3 saatte Münih’ten Zürih’e ulaştım (Münih-Zürih’i sesli söylemek eğlenceli olabiliyor). Bana kalsa dakika oyalanmaz Zürih’ten ilk tren ile Lozan’a yollanırdım ama tembel turistliğimin bilincinde olan E.S., Zürih’te birkaç saat geçirmemi gerektirecek bir tren ayarladığı için zoraki turistçilik oynamaya çalıştım.

Şortla geçen nisan-mayıs sonrasında bir serin gelen haziran ayının bu ilk günlerinde sabahtan kısa pantelonla yola çıkmış olmanın verdiği hafif bir ürpertiyle, Türk olduğumu öğrenir öğrenmez pıflayan sevgili araç sahibi Moris’ten Zürih İstasyonu’nda ayrıldım. Geçirmiş olduğum uyku seyrek/alkol yoğun haftanın yorgunluğu ile caddeler arasında dolanmaya başladım. Ben yürüdükçe çantama birileri tuğla ekledi sanki. Muhteşem seyrüsefer yeteneğime güvenim olmadığı için bir takım üstgeçitlerden dolanıp, polis merkezinin çıkmaz sokak otoparkından çark edip en doğrusal mihenk noktası –şeridi (?)- olan nehre yöneldim. Kendisine paralel bir şekilde bir müddet ilerledikten sonra gözüme kestirdiğim bir kafeye oturup onların alengirli bir isim verdikleri ıspanaklı börek eşliğinde şarabımı yudumladım, mektuplarıma devam ettim.

Tren saati yaklaşırken yine kıyıdan kıyıdan Zürih’le vedalaşıp istasyona yöneldim.




Bu kadınlar, bir binanın girişi ile yolun karşı ve çapraz kısmını bağlayan bir üst geçidin duvarındalar. Cahil turist olarak neden orada olduklarını, girişi olan binanın ne binası olduğunu pek tabi öğrenmedim .






Dizi dizi köprülerden geçerken yüzüme bakan nehir. Tuna’dan sonra bu nehir deniz etkisi yarattı, deniz gibi kokuyordu. Sanırım denize hasret kalmanın etkisi de var bu algımda. Ankara’dayken deniz mi görüyordum? Hayır ama istesem 4 saatte denize ulaşabileceğimi biliyordum. Almanya’dayken tüm denizlerden yüzlerce kilometre uzakta olmak, benim gibi bozkır çocuğuna zor geldi, zaman zaman.






Üşengeç ve yorgun olmasam tırmanmaktan zevk alacağım basamaklar. Yeniden yolum düşerse, tırmangaçlı şehre, hafif bir yürüyüş kostümüyle dolaşmak isterim sokaklarını.




İstasyona dönerken park içinden nehir sureti.






“Avrupa’da gördüğüm karanlık şehirler” sergimden sanat kaygısı içermeyen bir çalışma. Panda bilem ağlıyor.


Münih'in Güzelleri - 2












Münih'in Güzelleri - 1

















Ingolstadt Fotoğrafları

Fotoğraf makinamın 5-10 Ingolstadt fotoğrafından 3-5’ini seçtim. Anlaşılan o ki aydınlık bir günde hiç foto aktivitesinde bulunmamışım.



İlk gittiğim hafta Tuna kıyısında oturup annemi aradığımda gördüğüm manzara. Elbet güneş açacak umuduyla gri gökyüzü ve henüz sinek basmamış nehir.





Yürümeyi en sevdiğim park. Şehir merkezinin kuzeyinden başlayıp, güneye kıvrılıp Tuna’ya bağlanıyor.




Doğum günü pastam ve mumu. “Buralarda çok yalnızım, atam,” bunalımına girmemek üzere tatlı iki arkadaşıma “Bugün benim yaş günüm, akşam yemek yiyelim,” kandırığı yaptım. İyi ki de yapmışım.



Çok canım arkadaşım A.B.S.Ç. ben yola düşmeden aramış taramış bana Ingolstadt Blues Festivali programını ulaştırmıştı. Gidebildiğim tek konser –sankim süper sosyal/kültürel hayatta etkinlikten etkinliğe koşar gibi- Samuel James beyin konseri oldu. Konser bir bira evindeydi. Amcalar, teyzeler masalarda sakince oturuyor, garsonlar sessizce servis yapıyor, Samuel Bey her şarkısından önce bir hikâye anlatıyordu. Sakin ve de güzel bir akşam oldu.



İlk konakladığım misafir evinin sokağı. Gece yarısından sonra oteline kadar arkadaşıma eşlik etmişim; köprülerden, alt geçitlerden güvenle geçmişim, dolunayda sokağıma ulaşmışım.




Sevgili gizli çılgın arkadaşım D.K. ile bilmemne festivalinde bindiğimiz, bağıra çağıra döndüğümüz alet. Arada sırada böyle tüm nefesimle çığlık atmak üzere böyle zımbırtılardan yardım almak fena olmayabilir.




17 Ağustos 2011 Çarşamba

Ingolstadt'ta 90 Günüm

Bir vakit yazmaya niyet ettim, sonrasında üzerime gelen uyuz eşekliği yazmama mani oldu. İlk önce şu kısmı yazmışım:

Bilgisayarımın beni terk etmeye meyletmiş olması, ağ bağlantılarına karşı kendisinin geliştirmiş olduğu duyarsızlık ve benim bunu değiştirmeye yönelik en ufak bir yönelimimin olmaması sebebiyle pek uzunca bir süredir buraya yazamadım. Buraya yazamadığım süreçte parmaklarımın dilleri şişmesin diye bir takım mektuplar döşendim, pek mesudum bu açıdan.



Bir süredir yüzünü göstermeyen ve beni bunalımdan bunalıma sürükleyen güneşin şu an tepemde helva kavurması, sevgili arkadaşım Ş.Z.'nin (32) bana bilgisayarını bırakıp yerel bir festivalin izini sürmesi, az sonra bitireceğim roze şarap vesilesiyle yazmaya başladım.
İç karartan odamdan foto makinasını alıp ara kablosunu almadığım için görselsiz bir metne imza atma hazırlığı içerisindeyim.
5 gün sonra bu memleketle bilinmeyen bir süre için vedalaşıyorum. Umudum ve onun beslediği inancım bir süre sonra tekrar bu semalarda balonlarımı gezdirmek yönünde.


Canım arkadaşım A.N.Ç.(31) Ingolstadt hayatımdan bir fotoroman beklese de şu şehirde nadiren foto çektim. Sevmemek, beğenmemek değil bu kibrimin sebebi; fotoğraf makinasıyla bir türlü samimiyet kuramamaktan, Japon turist benliğinden bir hayli uzak durmamdan. Hâlbuki sevgili babam pek küçümen olduğum yıllarda, bir yılbaşı öncesinde canım kız kardeşimle yılbaşı hediyemiz için sorduğumuz ardı arkası kesilmez sorularımızdan "ne renk?" sorusuna "her renk" cevabını verip soru işaretlerimize soru işareti eklemiş ve 24 poz çeken bir fotoğraf makinası almıştı bize ama yine de bende gelişmemiş bir alışkanlık fotoğraf çekme hadisesi.


Şu son karanlık haftaya kadar Ingolstadt, hakkını vermem lazım, beni pek üzmedi. Küçük, kolay bir şehir. Başlarda İngilizce bilen garson arayışıyla zaman harcamış olsak da sonrasında birkaç küçük Alaman sözcüğünü öğrenerek temel gıda ihtiyacımızı karşılayarak -maşallah- 3 ayı ölmeden geçirdik. Bu esnada marketlerden tuz yerine sarımsak tozu almış olabiliriz ama bunlar ufak dil kazaları.


Ingolstadt benzerleriyle kıyaslandığında görece büyük bir "ilçe". Geldiğimizden bu yana 1 hafta sonunu neye yönelik olduğunu bilmediğimiz herhangi bir festivalsiz geçirmedik. Hemen hiçbirini ziyaret etme ihtiyacı duymadım. Şarap festivali olduğunu sonradan öğrendiğimiz okazyonda bira içen bir milletin hemen her festivalini bira içmeye adadığını düşünmekteyim. Octoberfest şu an itibariyle herhangi bir anlam ve özlem içermiyor bünyemde. İÇİLECEK diyebilirim sadece.


Bu maceram öncesinde görmüş olduğum tek Avrupa şehri Brüksel'di. Çok sevdiğim kıyaslama eylemiyle daha güzel bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Sokaklar daha temiz, doğa daha güzel. Evet, büyük değil; evet, tam anlamıyla gezemedim Brüksel'i ama daha içten bir şehircik.


Sevgili Tuna Nehri havaların ısınmasıyla bir sinek yuvası oldu. O parktan bu parka sürdürdüğüm akşamüstü yürüyüşlerimde nehir kenarına ulaştığımda ağzıma gözüme dolan sineklerin kas kitleme katkısını yadsıyamam. Doğayla barışık, mahlûkatla iç içe hayat. Sevgili kız kardeşimin ziyareti esnasında karşılaştığımız ceylan ve tavşan evlatlarını, görevli bulunduğum güzide şirkette ofis binamın hemen yanı başında spatula kılıklı koca kuyruğunu endamlı endamlı sallayan kunduzu da anayım bu noktada.



Evet, böyle yazmışım.


5 gün sonra Ingolstadt yağmur ve doluyla uğurladı beni. Nisan ve mayıs aylarını şortla geçirip çeşitli amele yanıklarına imza attıktan sonra haziran ayında bot/çizme-polar birlikteliğine dönüş yapmam güneş seven bünyemi biraz huysuz yaptı. Haziran ayında, İsa sağ olsun, bir dolu tatil vardı ancak ilk tatilde –asansiyon- Lozan’a gidebildim. İyi ki de gittim, Lozan ayrı bir başlığı hak ediyor.



Ingolstadt’ı sevgiyle anıyor muyum, peki? Anabilirim. Elinden geleni verdi bana bu şehir, benim almaya niyetli olduğum kadarını. Savaş/silah, tıp, çiftçilik (?) müzesi gibi muhteşem yerlerini gezme gereği görmedim. Ayağımın, bacağımın dayandığı kadarıyla, yürüyebildiğim kadarıyla gezdim şehri. Bir seferinde şehrin bitişine ulaştım, çok eğlendim kendimle, tabi aynı yolu gerisin geri dönüp ilk su satan yerde 5 dakika satıcıyla cebelleşip, dehidre olma riskini atlattıktan sonra (kırmızı diz operasyonu).



Çok güzel ıslandım, Ingolstadt’ta. Ayakkabılarımın içleri dışları pırıl pırıl oldu şakacı yağmurlarla.



Çok severek mektuplar yazdım. Gözüme bir yer kestirdim, keyfime bağlı olarak içeceğim her neydiyse onu yudumlarken mektuplar döktürdüm, zaman zaman hafif sarhoş.



Az sayıda ama güzel birkaç insan tanıdım, hayatımın devam edecekse kalan kısmında da görüşmek isteyeceğim.


Sanırım hayatımın en güvenli üç ayını geçirdim. Kılığıma dikkat etmedim, istediğim saatte istediğim yerde dolaştım, çantamı kollayıp durmadım, barda saatlerce yalnız oturup kimsenin lüzumsuz lafına sözüne maruz kalmadım. Tam da olması gerektiği gibi.


İlk konaklama yerim –birkaç günlük otel sefaletinden sonra- birlikte orada bulunduğum diğerlerinin çok beğenmediği, benimse evim gibi benimsediğim bir yer oldu. Mart ayından Almanya seyahatine kadar kardeşimin salonunda mülteci hayatı sürdüğüm için kendime ait bir alanımın olması beni gayet mutlu etti. Küçük balkonumda güzel kitaplar okudum, karşımda hemen her gün alakasız bir müzik türünü dinlettiren dans okulunun penceresiyle. Kuşlar bıcırdadı tepemde. Geceleri köşedeki Irish Pub’dan çıkan gençlerin neşesine zaman zaman güldüm, zaman zaman sövdüm. Merkezdeydi, sevmiştim (ühü).



Sonrasında kendimce ekonomi yapmak, kaynaklarımı bol tatilli haziran ayı gezmelerine yönlendirmek üzere bir başka bir konaklama yerine taşındım veee sığamadım!! İşletmeci odama ilave dolap koyduğu halde sıkış tıkıştım. Az eşyayla yaşamayı öğrenmeyi hedeflediğim bu macerama yaklaşık 60 kg eşya ile başladığım yetmezmiş gibi arada Türkiye’ye gidip gelenlerin getirmiş olduğu pabuçlar, kılıklar, kitaplar ile mal varlığım daha da çoğalmıştı. 9 yılımı heba ettiğim yurt yaşantımı sıklıkla andım bu dönemde, sürekli bir sığışma çabası, her daim dağınıklık –hâlbuki ne derli toplu insanımdır-. Haziran ayının muhteşem gri havası da bu daracık odaya eklenince en bayık evrelerimden birini yaşadım. İşten çok geç çıkıp, bazen yemek dâhi yemeden gelip odama kapanarak iç karartıma, karartı ekledim. Sonuç olarak bu maceramda az eşyayla yaşamayı değil, içime sinmeyen bir yerde yaşamamam gerektiğini öğrendim. Aferin bana.


Almanya hikâyemin ikinci bölümüne Münih’te devam etme arzusundayım. Bakalım başarılı olacak mıyım?