23 Aralık 2010 Perşembe

Sevgili Yekta Kopan

Sevgili Yekta Kopan,

Size bu mektubu soğuk bir Ankara sabahında yazıyorum. Ankara sabahları yılın sayılı günlerinde sıcak olur zaten. En deli sıcaklarda bile sabahları çorapsız giyilen eteklerin altındaki o sandaletlerde ayaklar sızlar inceden.

“İllallah” ajandam bana diyor ki 13 Mart 2010 Cumartesi günü Kara Kedinin Gölgesi isimli kitabınızı okumuşum. Nefes almadan bir kitaptan diğerine koştuğum, gözü dönmüş, obur bir vaktime denk gelmiş, hakkını verememişim öykülerinizin (ev ödevi-yeniden okuma). Satırlar, öyküler zihnime bir uğrayıp kitabın kapakları arasına geri dönmüşlerse de geride, bende bir hoşnutluk kalmıştı; bunu hatırlıyorum; “Keşke Hayalet Gemi’yle tanışlığımız daha uzun sürseydi,” diye hayıflandığımı da.

10 gün kadar önce 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldığınızı öğrenince, ödülü kendim almış gibi sevindim. Bu sevinçle hemen bir “Bir de Baktım Yoksun” edindim, dün akşam da okuma sırası kendisine geldi.

Sevgili Herzog’un kulakları çınlasın, dün akşam ilk öyküyü okuyup yatınca zihnimde size mektup yazmaya başladım. Göçebe hayatlarımızın üniversite sonrası bizi oraya buraya savurduğu vakitlerde - aslında tam da zarflara, pullara iyice sarılmam gereken o zamanda- telefonun kolaycılığına, klavyenin erişilebilirliğine kandım; hakiki mektuplara e-postaları kuma aldım. Hâlbuki hatırlayabildiğim kadarıyla ilkokul 3’ten beri çok azılı bir mektup yazıcısıydım (askerliğimi lisede parasız yatılı aşk mektupları yazıcısı olarak ifa ettim, efendim).

E-postanın güzelliği gönderdiğim mektubun bir suretini saklayabiliyor olmamdı. Tabi yıllar içerisinde kullanılan sanal adresler, işler, şehirler değiştikçe çok da nezih bir arşiv kalmadı elimde. Aslında bu güzellik, biraz da hinlik barındırıyor içerisinde. Bir mektup yazılmayı başardıysa, bir de yazıldığı kişiye ulaştıysa artık yazanın mülkiyetinden çıkmıştır, benim nazarımda. Ama gelin görün ki e-posta suretleri bu mülkiyete gizlice uzatılan bir dinleme cihazı gibi “sızma” amacı güder, gizliden gizliye.

Sahibine gönderilmeyen mektuplar ya defter sayfalarında ya kutular içerisinde piç gibi sürdürürler hayatlarını, kişisel varlıklarım dâhilinde. Zaman zaman yeniden okunurlar, bazen pek anlamsız bulunup hayatları sonlandırılır, kimi zaman da yeniden okunmak ama asla gönderilmemek üzere ikametgâhlarına yollanırlar.

Sahibine ulaşamayan mektuplar var, bir de. Vaktiyle bir eski sevgiliye yazdığım ama postada kaybolan mektup, ona yazdığım en içten, en güzel mektubumdu. Onun yazıp bana “elden verdiği” ve benim buhran içerisinde okumadan yırtıp attığım bir mektubu da onun narında bana yazdığı en müthiş mektupmuş. O mektuplar ulaşsaydı sahiplerine, bugün bambaşka bir yerde olur muyduk? Hiç zannetmiyorum. Hayat değiştiren mektuplar dönemi, diğer iletişim araçların yaygınlaşması ve gelişmesi ile sona erdi; yetişemedim ben o duygusal dönemlere.

Herzog’la canımdan çok sevdiğim Y.D. (29) tanıştırdı beni. 2009 yazının birkaç haftasını bu kitabın iki kopyasını bulmaya ant içmiş kadınlar olarak geçirdik. İyi kalpli kitapçılar başka şubelerini aradılar, sordular; internet kitapçılığı köşe bucak arandı; sonunda edindik iki kopya Herzog –arada Y.D. kendi kopyasını kaybetti ama yanlış hatırlamıyorsam buldu, sonrasında-. Herzog efendinin böyle olur olmaz, ölü canlı kişilere yazmış olduğu / yazmaya durduğu mektupları severek ve de “duygudaşlık” içerisinde okudum.

Göz hırsızlığı bazında pek severim başkalarının ama “basılmış” mektuplarını okumayı; biyografilere, günlüklere kayar hep gönlüm. Abidin Bey’in, Güzin Hanım’a tüm sevgisini verdiğini her sözcüğüyle hissettiren mektuplarına cevaben, Güzin Hanım’ın oşubu hesabına üçbeşon frank gönderdiğini yazdığı mektupları şaşkınlıkla okurum. Simone Hanım’ın tüm feminist görüşlerini rafa kaldırıp ilgisi dengesiz Nelson Bey’e döktürdüğü onlarca mektupla afallarım.



Sevgili Yekta Kopan,

Size bu mektubu, mektupla yaşadığım fırtınalı ilişkiyi anlatmak üzere yazmaya başlamamıştım ama dün gece ve bu sabah okuduğum enfes öyküleriniz içimi kaplayan yapağıyı havalandırdı, şimdi pıt pıt yere konuyor o minik bulutçuklar.

Sarmaşık’ta bahçeye girişiniz bana Rappaccini'nin Kızı Beatrice’nin bahçesine girerken yaşadığım ürpertiyi anımsattı. Sayfalar ilerledikçe böyle nadiren karşıma çıkan ama bayıldığım “tadına doyulmaz ince hüzün” midemde kıvranmaya başladı. Bir şeyi olduğundan az ya da fazla göstermemek sanırım en büyük meziyetlerden. Babanın gömleğine takılma hali, örneğin, benzer bir kurgu içerisinde ben olarak var olsam illa ki benim de takılacağım bir uyumsuzluk durumu. Rüyada mantık yürütmeye çalışmak gibi, “ben üniversiteyi uzattım, liseyi uzatmadım ki!” diye sevinçle yatakhane kâbusundan uyanmak gibi. Hayal içerisinde ayağını yere basmaya zorlamak, belki de tam olarak.

Portobello 22’ye sabah uğradım. Gece 02.00 sularında anlamsızca uyanmıştım, o anda aklımdan geçmedi değil kapıyı tıklatmak ama kendimi uyumaya ihtiyacım olduğuna ikna edip birkaç eksenel tur sonrasında uykuma ve anormal asansörlü rüyama devam ettim. Eğer o kapıyı gece aralasaymışım, sabahı hocadan önce selamlarmışım. Yekta’yla “yapamadığınız” iyi oldu. Yekta’nın “eşsizliği” sona erecekti; iki Yekta artık tek olmayacaktı. Bir algının, rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bilmeden onun dumanıyla hayata devam etmek; küçük farklı anları kurcalamadan büyük sıradanlıklara çevirmemek; hayatla her daim flört etmek.. Korkak demeye dilim varmıyor, korumacı yaklaşımım; önermediğim ama sapmadığım sürece memnun kaldığım.



Akşam olsun da sizin “Kırmızı”nız bende hangi renge tekabül ediyor, göreyim bir an önce.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder