25 Kasım 2011 Cuma

Şaşkınlar Kraliçesi


Kimi günler evden çıkmamam gerektiğini düşünüyorum, hem kendim açısından hem de halk sağlığı zarar görmesin diye. Dün de böyle bir günmüş, sonradan farkına vardım.

Uykusuz ve yorgun başladım güne. Gün boyunca kendimi çalışmaya zorladım. Odamın demirbaşlarından Fransız T.V. ile müteharrik Petit Nicolas bütün gün boyunca konuştular, bütün gün! Azimle kulaklıkları kulağıma takmadım çünkü ses duymamak için müzik dinlemekten hoşlanmıyorum, dinlemek istediğimde güzel tüm şarkılar.

Öğleyi takip eden saatlerde işten erken çıkmayı, eve gidip bir-iki saat uyumayı düşünüyorum. Son bir defa bakayım diyorum, haftaya ofisi terk eyleyecek M.G.Q.'nun veda içmesi için buluşacağımız yerin adresine. Bir yandan da şaşırıyorum, her şeyi derli toplu ve planlı yapan hatunun saatler sürecek toplantısının olduğu bir akşam için organizasyon yapmış olmasına. Dün yapmış olduğum tek akıllıca hareket bu oluyor, böylelikle haftaya salı gerçekleşmesi planlanan içme eylemine perşembeden başlayıp karaciğerlerimi iflas, bar sahiplerini zengin etmekten alıkoyuyorum.

Fransızca diyalog ve uykusuzluğa, ikisinin tatlı tatlı her hücreme yerleştirdiği üst seviye asabiyete dayanamayarak 16.15 otobüsüne binme hayaliyle koşarak ofisi terk ediyorum. Daha önce kullanmadığım bir otobüs, tahminen otobüsün en genci benim. Teyzeler var, bir dolu. O koltuktan öbürüne şen şakrak muhabbet ediyorlar. Yanıma kısa kızıl saçlı, tombulca bir teyze oturuyor; annemi anımsattığını sonradan fark ediyorum (tamam, annem yarım beden daha küçük). Yine de sanki bir terslik var gibi. Saatimi kurayım da uyur kalırsam ineceğim durağı kaçırmayayım, diyorum. Servis saat ve güzergahı telefonumda kayıtlı, bu otobüsün kaçta benim durağımdan geçeceğine bakıyorum. Bu esnada yola çıkalı bir 5 dakika olmuş. Saatimi kurmak üzere ana ekrana döndüğümde 16.05 saatini fark ediyorum. Zamanda yolculuk için çok teknolojik bulmadığım otobüste bir anormallik var. Yanımda oturan teyzeye otobüsün nereye gittiğini soruyorum, Ottobrun yanıtını alıyorum. Enfes!

Ottobrun'a ulaştığımızda teyzeciğim inmemiz gereken durağı işaret ediyor. Bir otobüs durağına kadar bana eşlik ediyor, buradan bineceğim otobüsle Münih'e dönebileceğimi söylüyor. Birbirimize sevgiyle el sallarken henüz çarşamba günü almış olduğum beremi indiğim otobüste unuttuğumu fark ediyorum.

Bineceğim otobüs ben donmadan durağa ulaşıyor. 15-20 dakikalık bir yolculuk sonrası evimin yakınlarındaki bir durakta iniyorum. Hızlı yemeğimi alıp, herhangi bir araca çarpmadan, mevcut parça ve eşyalarımı koruyaraktan eve ulaşıyorum.

Bugünü nispeten hasarsız kapattım. Bankaya hesap açtırmaya gittiğim noktada bütün günü cüzdansız geçirdiğimin farkına vardım. Banka şubesinin evimin hemen karşısında olması vesilesiyle bankacıya "Ay, siz bekleyin iki dakika, ben bir koşu eve gidip geliyorum," dedikten sonra akılsız başımın cezasını beş katı tırmanarak ödedim. Neyse, bir şekilde anlaştık gibi bankayla. Bankacı daha erken bir tarihte randevu vermek için beni bir yarım saat içerisinde arayacağını beyan etti ama ben kendimi kuaför koltuğuna attığım için paltomun cebinde birkaç kere çalmış olan telefonumu duymadım. Ama olur ya, benim işim. Olur, olur..

Bazen bu şaşkınlıkla nasıl tek parça yaşadığıma şaşıyorum.

20 Kasım 2011 Pazar

Lezzete Dönüş

Mutfakla samimiyet kurmak suretiyle artık hayatımın bu şehirde devam ettiğini kabullenmeye başladım. Son 4 yıldır üstesinden gelmiş olduğum hazır/yarı hazır yemekleri yeniden tüketmeye başlamış olmak, hem kalan şuncacık damak zevkimi öldürüyor hem de beni üzüyordu. Geçtiğimiz hafta içerisinde elimi una bulayarak pişirmeyi ve yemeyi sevdiğim yemeklere dönüş yaptım. Aferin bana.

Hafta başında toparlayabildiğim malzeme ile mantarlı amorf yapmak üzere mutfağa girdim. Buradaki sodalarla anlaşamadığım için sodayı malzeme listesinden çıkarttım. Bayatlamayı reddeden az unlu/bol tahıllı esmer ekmeği uzunca bir süre kurutmaya çalıştıktan sonra küçük parçalar halinde elimde kırdım. Sevgili Nora'nın mutfağı ihtiyaç duyabileceğim hemen her şeyi içerse de bir "kıyıcı" bulamadığımdan bıngıl kollarım çeşitli ufalama, ezme, doğrama faaliyetlerinde kas yapmaya meyl etti. Bir bardak fındığı kıyıcım olmadığı için çekemediğimden, el marifetiyle çalışan "çekici" ile parçalanmış hali ancak bir bardağı dolduran fındıkla idare etme tembelliğinde bulundum. Mantar miktarını biraz fazla tuttum. İlave olarak bir miktar krem peyniri de karışıma ekledikten sonra, bu sefer cömert porsiyonlarla amorfları fırına verdim. Önceki çalışmalarımdan daha esmer, daha kıtır yavrular tepside uzanarak ertesi sabahı beklediler.

Ertesi sabah ofise gidince merak içerisinde almış olduğum ilk ısırıkla sevinç nidalarında bulundum. Ofis halkı da mest oldu. İsim soranlara, tarif soranlara kişisel bir çalışmamla karşı karşıya olduklarını söyledim. Bunun geleneksel bir Türk "pastry"si olmadığını, görüntüsüne rağmen tatlı kurabiye olmadığını ve benzeri açıklamaları gün içinde beslenmeye gelen çeşitli milletlerden proje arkadaşlarıma açıklamak durumunda kaldım. Pişirmek, yemek ve ikram etmek bana iyi geldi.

Hafta başlarında ofise kutu kutu "müsli bar"lar yığıyorum. Hafta boyunca ofis arkadaşlarımla genelde uzayan saçma sapan mesai saatlerimizde bunlarla besleniyoruz. İki haftadır ise sevgili "mesafeli" Fransız oda arkadaşım gözlerimi yaşartan eylemlerde bulunup bana çikolata ikram ediyor. Halbuki sessizce kantine gidip sonrasında arkamda haşır huşur ambalaj açmalarına, müsli almak üzere çekmecemi açıp ona döndüğümde ise elini uzatmış olmasına alışmıştım. Hayat beni mideme giden yolda sürprizlerle karşılaştırmaya devam ediyor.

Canım ablamın geçen hafta sonlanan ziyaretinde bana mercimek çorbası pişirmiş, Sultan Pastanesi ve Fırını'ndan simit getirmiş olması da özlemediğimi iddia ettiğim lezzetleri hatırlamama sebep olmuş olabilir.

Dün sonunda bir "mahallemizi tanıyalım" turuna çıkabildim. Bunda bu eve taşınalı nedense eve uzak s-bahn/u-bahn istasyonlarını kullanmakta olduğumun farkına varmam, bir hafta sonunda evde ve yalnız bulunmam etken olmuş olabilir. Hafta içerisinde Prinzregentenplatz'ın, Max-Weber'den daha yakın olduğunu deneyimlemiştim (üstelik hemen çıkışındaki fırıncık akşamüstü karbonhidrat deliliğimi, eve bayılmadan ulaşabileceğim şekilde sonlandırıyor). Dün de Ostbahnhof'tan 15 dakika yürümek yerine Leuchtenbergring'ten 5 dakika yürüyerek kollarımı koparmadan/burnumu dondurmadan evime gelebildim.

Mahalle turunda o sokaktan girdim, öbüründen çıktım; 3 saat boyunca 1 derece sıcaklıkta ısıtma numarası yapan güneşin altında dolandım. Mahallemizin kitapçılarını gezdim, bir Julian Barnes kitabı daha aldım, Uzakdoğu marketlerini gezdim, gönlüme göre kuaför bulamadım. Sultan Pastanesi'nden aldığım simidi kemirir, elimdeki poşetteki ıspanaklı böreği evde çayla tüketmek üzere sabırsızlanırken küçük bir Türk marketine girdim, mest bir şekilde yufka, tahin, zeytin vs. aldım. Uyum sağlamak adı altında kendime lüzumsuz eziyet etmeye son verip alıştığım ve sevdiğim lezzetlerle arasıra buluşmanın hiç de olumsuz olmadığına kanaat getirdim. Şimdi buzlukta Feyza Köfte Harcı ile yoğurduğum köftelerim duruyor.

Pişirme azmim ve heyecanım devam ediyor. Bakalım, kurabiye dünyasında kendime yer edinebilecek miyim?

14 Kasım 2011 Pazartesi

Aaaaahh!


hafifmüzik sağolsun, bir süre önce AHK-toong BAY-bi Covered albümünden haberdar olmuştum. Araştırmacı canım arkadaşım G.A. sağolsun rapid mapid marifetiyle albümü ulaştırdı. Ctesiden bu yana çok feci sarmış durumdayım. Bugün dakikalarca Jack White dinledikten sonra canım çok fena rakı istedi yine. Nasıl güzel bağırıyor, nasıl güzel!

İkinci favorim Until The End Of The World. İlk üçü sıralamam gerekiyor ya, eşsiz müzik zevkimle, onları da sıralayıp susayım. Ultraviolet ile Acrobat arasında gidip geliyorum.

Bir kere daha dinleyeyim, Jack White'ı.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Bergamo




-bergamo eski şehir-


-eski şehirin meydanı-


-katedrale girmeden önce oranızı buranızı açmayın uyarısı-


-eski şehirde katedral-


-eski şehirden, yeni şehre ilerlerken gün batımı-

Ölmüşlerimizin Canına Değsin


Willkommen in Österreich!

Willkommen in Schweiz!

Willkommen in Frankreich!

Wilkommen in Itaien!


-Vodafone Mesaj Kitaplığından-

1 Kasım'da tüm azizlerimize saygı duruşunda bulunuyormuşuz. Ptesi de kendisi ile birleşiyor ve ekim ayı sonunda yine bir tatilciğim oluyor. Sıradaki duam tüm azizlerimize gidiyor.


Tatil, aylar öncesinden belli ama bir türlü plan program yapamadım. Uyuşukluktan ve başka çeşitli sebeplerden ötürü bir türlü ne yapacağıma karar veremedim. Her tatilde haldır haldır bir yerlere gitmek beni yoruyor olsa da soğuk ve yalnız (mendilimi getirin) Münih'te 4 gün geçirmektense yollarda telef olmayı göze alıyorum. C.T. ile Lozan'da mı buluşsak, Münih'te mi sorusuna yanıt bulamadık, arada bir de sevimli doktora tezi duruyor. Türkiye'ye dönmeden M.İ.T.'yi mekanınında yakalamak isteğiyle kendisi ile Milano'da buluşmak üzere anlaşıyoruz. Tam bu noktada, C.T. "Acaba buradan mı geçsen?" diyor, planlar bir kere daha revize oluyor, sonunda Zürih-Lozan-Milano hattında karar kılabiliyorum.


Cuma öğle saatlerinde "car pooling" vasıtasıyla bir hatunla buluştum. Tüm kararsızlık sürecinde hemen her işimi yarım yamalak yaptığım, çarşamba ve perşembe gecesi Ankara'dan gelen E.K. ile kendimizi çene-yeme-içme üçlemesine verip üçer saat uyuduğum için çok didiklemeden saati bana uygun ilk araçla anlaşmıştım. Arabaya ulaşana kadar kız beni bir miktar dolaştırdı ama sallamadım. Yolcu bir adam benden önce ulaşmıştı, aralarında Almanca muhabbete devam ettiler. Sonra bir başka yolcuyu almak üzere, araç sahibinin beni almaya erindiği noktaya gittik arabayla ve yola çıkabildik.


Yolcu olan teyze bana dönüp, son derece düzgün bir telaffuzla "Benimle Türkçe konuşabilirsin," dedi. Kızının babası Türkmüş; ne yapıyorum, neden geldim, muhabbet ettik bir süre. Kendisini yollara düşüren gönül çarpıntısını anlattı, heyecanla. Başta biraz şaşırdım, ben neden öğreniyorum bunları diye. Sonra kadının heyecanı ve içtenliği hoşuma gitti. Sonra kendi aralarında Almanca muhabbete devam ettiler.


06.00-09.00 arası uyuyabilmiş olduğum için uyuklamaya çalıştım arabada. Sohbetin coştuğu bir noktada kulak verdiğimde Alman halkına, yolcu teyzenin benimle konuştuklarını anlatığını fark ettim (bu hafta Almanca konuşulanlara karşı algımda bir açıklık oldu). Uzunca bir süre Türklerden konuştular. Milliyet duygum gelişmemiş olmasına rağmen çok rahatsız oldum. Yarım saat kadar ana fikrini kaçırdığım bir çerçeve dahilinde tanıdıkları Türklerden, Türklerin genelinden konuşup durdular. Uykusuzlukla birleşince sinirim yavaş yavaş tırmanmaya başladı.


Zürih tabelalarının okunmaya başladığı noktada, sürücü bayan -yazılı kaynaklara küfür eklememeye özen gösteriyorum- "Bu saatte trafik felaket oluyor, ben zaten Basel'e devam ediyorum, şehir içine giremeyeceğim," dedi. Sinirden kulaklarım uğuldamaya başladı. Yolcu bey -Frank- dedi ki, "Ben sana yolu tarif edeceğim". Kendisiyle herhangi bir şehir merkezinden uzak bir noktada arabadan indik. Frank'in eşi arabayla gelip bizi aldı. Beni bir otobüs durağına bırakıp binmem gereken vasıtaları tarif ettiler. Bir önceki seyahatimden kalma bozukluk franklarım ile otobüsle Baden istasyonuna gittim, oradan da trenle Zürih'e. Sıradaki küfür kitlem sürücü Christina'ya gidiyor.


C.T. ile Zürih istasyonunda buluştuk. İtalya biletlerimi bastırırken Verona-Münih biletimi almadığımı fark ettik ve bunu bahsi geçen trene binmeden önce fark edebildiğimiz için sevindik. Kararmaya yüz tutmuş göğün altında nehir boyunca az biraz yürüyüp ara bir sokaktaki kafede karnımızı doyurduk. Ağır aheste istasyona dönüp, Lozan trenine atladık.


İtalya demiryolları sitesinin sayfasının berbatlığı hususunda bir arkadaşım uyarmıştı. Seyahat öncesinde bilet edinmeye çalışırken kredi kartı bilgilerimi aldıktan sonra lank diye beni ana sayfaya yönlendirip, hiçbir teyit e-maili göndermemesiyle uyarının yerindeliğini ziyadesiyle anlamıştım. Ana menülerin İngilizce arayüzü bulunurken, bir alt menüye ulaşmaya çalıştığımda herşey İtalyanca'ya dönüyordu. Bir gün bekleyip kredi kartı ekstremde bir hareketle karşılaşmayınca Alman demiryolları sitesinden şansımı denedim, kendisi bugüne kadar bana hep yardımcı olmuş olmakla birlikte bu lanetli bilet alma merasimimde beni bir aşamada yalnız bıraktı. Bu noktada tepemde çakan minik bir lamba (ah kokusunu sevdıgımın karpiti) ile yüzümü İsviçre demiryolları sitesinde döndüm. Hiç sıkıntısız biletlerimi aldım. Tüm minnettarlığım İsviçre'ye gidiyor (böyle de genellerim tüm bir memleketi).


Çenesi düşük tren yolculuğumuz sonunda Lozan'a ulaşınca küçük bir kararsızlık süreci sonunda canım C.T. ile daha önce de gitmiş olduğumuz kafeye gittik, enfes beyaz şaraplarımızı yudumladık ve balkabağına dönüşmek suretiyle eve gittik. Kapıda neşeli komşu amca ile karşılaştık. Bu adamı her gördüğümde kafamı göbeğine gömüp, belinde kavuşmayacağını bildiğim kollarımla kendisine sarılmak istiyorum. Pillerimizin bittiğine ikna olduğumuzda yatağa yollandık. Ctesi sabahı hızlı bir kahvaltının ardından C.T. beni Lozan-Milano treniyle uğurladı (5 pare top atışı).


İstasyondan salına salına yürüyerek M.İ.T.'nin evine ulaştık. Gallarate, eski dokuda sevimli bir merkeze ve hemen dibinde biten yeni ve geneli modern binalarla genişleyen bir yerleşime sahip. Milano-Gallarate arası aralıksız binalarla devam ediyor, bu yapıların bir kısmı konutken çoğunluğunu sanayi binaları oluşturuyor. Yine istasyonun dibinde göçmen yoğun bir kitle var ama Milano'daki gibi tedirgin edici bir halleri bulunmuyor.


M.İ.T. ile tatil genelinde bize eşlik eden B.K. akşam yemeğini hazırlarken ailenin yaşlısı olarak bir miktar dinlendim. İtalyan bir arkadaşları da eve ulaştıktan sonra B.K.'nın hazırladığı dağ mantarlı risotto ile karbonhidrat diyetime devam ettim. Yemekten sonra bir kahve içmek üzere haifi titremelerle merkeze gittik. Dönüşte prosecco'ya kaldığımız yerden devam ettik.


Espressonun yanında bana kalp çarpıntısı ve düşük tansiyon hediye edildiği için İtalyanların aşağılayıcı bakışlarına aldırış etmeden americano kahve talep etmeye başladım bilmem kaçıncı kahvemden sonra. Onlar da sağolsunlar, fincanda espresso yanında sıcak su servis etmek suretiyle benimle dalga geçtiler. Canları sağolsun.


Pazar sabahı kahvaltı sonrası tren ile Sesto Calende'ye gidip B.K. ile buluştuk. Kendisinin taze pişirdiği incirli tartın hakkını verdikten sonra arabayla Maggiore Gölü kıyısındaki Stresa'ya geçtik. Bir tekneye doluşup göldeki adalardan Pescatori adasına ulaştık. Adayı bir güzel tavaf ettik (bu esnada sıcak bir mevsimde adada bir haftasonu hayallleri kurdum) ve Stresa'ya döndük. Abur cubur tezgahlarında iştahlarımızı oyaladık. Birer kahve içip Arona'ya doğru dönüşe geçtik. Arona'da hızlı bir tur ve yeni abur cuburlar sonrasında Sesto'ya döndük. Türlü şarküteri ürünüyle sakinleşip müthiş bir pizzayla mide hacmimi genişlettim.


Almanya'da mümkün olduğunca domuz etinden uzak duruyorum, tüketimimi takip eden saatlerde midem bozulmaya başlıyor. İtalya'da yediğim pastırmalar, vs.ler incecik dilimlerin kaynağına sarılıp yatma isteği uyandırdı. Hem çok lezzetliydiler hem de zerre rahatsız olmadım.


Zavallı B.K. ve M.İ.T. kibar insanlar oldukları için beni kırmayıp Gallarate Caz Festivali'nin pazar akşamı programına katılma önerisini plan haline getirdiler. Teatro Del Popolo'da şiş karınla caz dinlemiş oldukları bu gece ve eşliğinde beni yıllar boyu unutmayacaklarına eminim. İlk olarak Paolo Damiani sahne aldı, "violoncello"su ile birlikte. Çalarken ara ara kaydetmekte olduğu kimi bölümleri, aynı parça içerisinde eş zamanlı olarak canlı müziğine ekledi (kıt müzik bilgisi/görgüsü ile böyle aktarabiliyorum). Sürprizli ve güzeldi. Ardından Felice Reggio Trio, Chet Baker parçalarını yorumlamak üzere sahneye çıktılar ama hemen ardından! Paolo Bey, daha notlaraını, kayıt cihazını, enstrümanını toparlayamadan trio sahneye baskın yaptı Bir ara takdimci ile birlikte sahnede 5 kişi oldular, çok eğlendim. Adamcağız şaşkınlık ve aceleyle mekanı terk etmeye çabaladı.


Felice Reggio Bey'in kot pantolon giymiş olmasına takıldım. Sanırım bu iki dinleti arasında benim de bir araya ihtiyacım olduğu ve dikkatimin dağıldığı yönünde gözlerimin bana bir uyarısıydı. Kendisinin üzerinden düşen dizleri çıkmış kotunu gördükçe karşımda çeşitli üflemeli enstrümanlar çalan adamı ağaçta meyve toplarken hayal ettiğimi fark ettim. Belki de karbonhidrat zehirlenmesi yaşıyordum, bilmiyorum. Ama 21.30'da başlayan konser ara vermeksizin gece yarısına doğru bittiğinde M.İ.T. ve B.K.'nın yüzlerinde halen birlikte geçireceğimiz 1.5 günün düşüncesiyle yerleşmiş dehşeti tüm anlaksızlığıma rağmen algılayabildim. Müzik güzeldi ama hakkaten araya ihtiyacımız vardı (hayat da öyle değil mi, ey sevgili?).


Pazar gecesi Torino'ya niyet yatıp, ptesi sabahı Bergamo doğrultusunda uyandık. Otobandan Milano'yu kuzeyinden sıyırıp Bergamo'ya ulaştık. Citta Alta (eski şehir), biz Bergamo'ya yaklaştıkça tüm sise pusa rağmen tepe üzerinde belirmeye başladı. Arabayı park ettikten sonra tepeye doğru yürümeye başladık. Havanın genel puslu dokusu, tepeye sırtımızı dönüp yeni şehir silüetinde gözümüzü gezdirdiğimizde eski şehrin eteklerine yakın duran tarihi binaları, kuleleri, kubbeleri tüm şehir boyunca devam eder gibi gösteren olumlu bir yanılsamaya dönüştü. Dar sokaklarından tırmandığımız eski şehir, artık iflah olmaz cani bir aça dönüşen midemde burgaçlar oluşturmaya başlamıştı ki Al Donizetti isimli leziz bir pastacı/lokantada mola verdik. Prosecco da beni özlemişti, yanında ravioli getirmişti, sağolsun. Tıka basa doyduktan sonra tatlı istemediğimi söylediğimde işletmeci bayan bana dudak büktü. Sanırım doymuş olmama rağmen içimdeki canavar gözlerimden bakmaya devam ediyordu.


Eski şehir içindeki turumuzu kilise ve katedral turuyla sonlandırdık. Dilek mumlarımızı diktik. Kahvelerimizi içtik. Dondurmamızı yedik ve günü batırırken yeni şehre doğru dönüş yoluna koyulduk.


Yeni şehirde şık mağazalar arasında dolaşırken, bir gün önce Arona'da nefsime mukayet olarak platonik bir ilişki geliştirdiğim çizmelerle yeniden karşılaştım. Önce usulca baktım kendilerine, vitrinde. Heyecanımı belli etmemeye çalıştım. Sonra içimdeki durdurulamaz heyecanı onlardan daha fazla saklayamayacağımı anladım, al yanaklarım hafif bir gülümsemeyle aydınlandı ve koşarak mağazanın içine girdim. Satış görevlisi depoda 35 numara araştırması yaparken, B.K.'yı hala kendime mukayet olabileceğim, bu isteği dizginleyebileceğim yönünde ikna etmeye çalışıyordum. O ise bana kıs kıs gülerken, gönlümü verdiğim çizmelerin, tam da vitrinden beni çağıran çiftinin 35 numara olduğunu öğrendim. Cumadan bu yana dağ taş beni gezdiren zavallı Columbia pabuçlarımı bir hışımla çıkarttım, çizmelerimi giydim ve 10-12 santim uzamış boyumla aynada kendimden geçmiş halime baktım. Manen ve madden hafiflemiş bir şekilde mağazadan uzaklaşırken, elimden çizmelerimi almaya çalışan, pardon, benim yerime kendilerini taşımayı öneren M.İ.T.'ye "Vermem çizmelerimi!" dediğim anda bir kez daha kendimi kaybettiğim bir pabuç eyleminde bulunduğumu anladım. Tam o sıralarda telefonla bağlandığımız H.C.S.; çizmelerimi ballandıra ballandıra anlatınca "Eyvah, hastalığın yeniden nüksetmiş," dedi. Çıkmadık candan umut kesilmez.


Bergamo'dan mutlu mesut ayrıldık, Gallarate yolunda Legnano'ya saptık. La Conchiglia isimli restoranda kendimi temelli kaybedip ne var ne yoksa tattıktan -ve yemeklerimi bitiremedikten- sonra eve döndük. Çay içip kendimize geldik.


Salı öğle saatlerinde Milano'ya ulaşıp, hafif bir şehir turu attıktan sonra muhteşem ev sahipleri M.İ.T. ve B.K. ile vedalaşıp Verona aktarmalı Münih trenine dünyanın en güzel ikinci çantası, muhteşem çizmelerim, belimi sıkan kemerim, ben ve tahmini ilave 3 kilo ağırlığım (bir nevi payload) doluştuk. Tüm teşekkürlerim M.İ.T. ve B.K.'ya gidiyor.


Yolculuğumun son üç saatinde Before Sunrise ve Before Sunset izleyerek tren yolculuğuma hafiften takıldım ama o oralı olmadı. Sis içerisinde yol alıp nerede olduğumuzu anlamaz ve kendimi trenden Hauptbahnhof'ta inmeye şartlamışken, Ostbahnhof tabelasını şaşkın tesadüfü ile görünce eşyalarımı döke saça topladım ve mahallemin sisli soğuğuna adım attım. Kendimi çok güvende hissettim caddeye çıktığım anda. Sanırım benimsemeye başladım, Münih'te yaşamayı, halen şehirle yoğun bir ilişki kuramamış olsam da.