5 Eylül 2012 Çarşamba

2012 Yaz Güzelleri

Okumayı olmasa da okuduklarımdan bahsetmeyi biraz aksatmışım. Hazirandan bu yana karşılaştığım güzellerden bahsetmeli biraz.

Mayıs sonunda başladığım Joyce Carol Oates romanı Mudwoman ile haziran ortalarında vedalaşabildim. Aylak bir kitapçı ziyaretimde çocuk kitapları ile oynaşırken kapağındaki rahatsız ediciliğe vurulmuş, her Münih-Ankara seyahatimde el çantamda taşıdığım kitapların ağırlığıyla ağlayan bir insan evladı olmama rağmen akıllanmayıp ciltli (hardcover'ı böyle mi adlandırıyoruz?) kitabı kucağımdaki neşeli kitapların arasına sıkıştırmıştım. J.C. Oates'le Can Gençlik'in kitapları vasıtasıyla tanışmıştık. Sıradan görünen karakterler ve hayatlar bir anda son derece rahatsız edici formlara kavuşuyor veya formlarla tanışıyordu. Rahatsız edicilik düşüncelerle başlıyor, o düşünceler kendi içlerinde sarmal haline gelip olaylara bulaşıyorken ben de iflah olmaz okur olarak bu hastaklı hallerden hastalıklı bir zevk alıyor olmalıydım ki kitapları elimden bırakamıyordum. Mudwoman, biraz acılı başladı. Bir süredir, İngilizce yazan sevdiğim bir yazarın İngilizce basılı bir kitabıyla karşılaşırsam bu dilde okumaya gayret gösteriyorum. Mudwoman'a başladıktan ve çok ağır ilerlediğimi fark ettikten sonra, kitapta yer alan cümleleri değil her bir sözcüğü tek tek okuduğumu fark ettim. Çünkü Oates her bir sözcüğü seçerek, tartarak yazmıştı. Sanırım ilk 100-150 sayfayı okuduktan sonra sözcükten cümle seviyesine geçiş yaptım, bu esnada kendimi yine kitaba kaptırdım ve hafif korkulu bir şaşkınlık ve hayranlıkla kitabı bitirdim. Kitapta öğretim görevlisi bir kadının bugünü, çocukluğu, gençliği, yakın geçmişi kadının kendisi tarafından can yakar bir derinlikte deşiliyor. Mudwoman'ın hayatının çeşitli dönemlerinde, çeşitli kişilerle ve kişilerde, görevlerde yaşadığı tedirginlikler, geliştirdiği saplantılar ve sürüklendiği endişeler son dönemlerde kendisini her kitapa bir karaktere yamamaya çalışan bu bünyenin irili ufaklı sinek ısırıklarını tatlı tatlı kaşıyor.

Haziranın çocuk güzellik yarışması birincisi Alaaddin'in Geveze Su Boruları ile yine çok sevgili Behiç Ak oldu. Fıkır fıkır, cin mi cin, hin mi hin, hüznün kokusunu veren ama neşe ve umuda boğan Behiç Ak kitapları; afakanlar bastı mı ilaç niyetine koşup okuduğum yeni umarım. Hoş, temmuz ayında tanıştığım Sevim Ak'ın Toto karakteri bana çimlerde taklalar attıracak yeni bir arkadaşım olsa da, Behiç Ak kitaplarım şimdilik daha bir yakın bana. Toto ve Şemsiyesi, tanışma vesilemiz oldu ve çok da güzel oldu; bakalım yeni arkadaşımla kim bilir nelere karınlarımızı tuta tuta güleceğiz?

Hurrem'den bir vakit haberdar olup sonrasında unutmuştum. İtiraf etmem gerekiyor ki, kitabın üzerindeki Barış Pirhasan ismi değil, Ceren Oykut'un muhteşem Hurrem çizimi beni kitabı almaya yönlendirdi. Ceren Oykut'un resimleri ile tahminen 2 yıl önce, Radikal Kitap'ta yaz okumalarına ilişkin bir yazıya eşlik eden enfes yaz/tatil çizimleri sayesinde tanış olmuştum. Eh, öykü de bir kedi severi tatmin eder güzellikteydi. Çok güzel oldu Hurrem ile tanışmam da.



Canım Y.D. ile birkaç yıldır eş zamanlı olarak aynı kitapları okumaya çalışıyoruz. Kendisinin müthiş önerisyle her ay birimizin seçtiği kitabı okuduktan sonra okumalarımız hakkında görüşmeyi planlamıştık. Bu görüşmeleri yanlış anımsamıyorsam henüz bir kere gerçekleştirebildik. Ama hemen her ay birimizin seçtiği bir kitabı ikimiz de okumuş olduk; zaman zaman periyodumuz uzayıp kısaldı, zaman zaman da birimiz hızını alamayıp bir sonraki kitabı da seçmiş bulundu. Müge İplikçi'nin Civan'ı temmuz programımızda kitaplıklarımıza katıldı. Geçmiş yıllarda Arkası Yarın, Columbus'un Kadınları, Perende, Transit Yolcular ve Yıkık Kentli Kadınlar'ı okuyup beğenmiş, son olarak Günışığı'nın güzelliklerinden Uçan Salı ile eğlenmiş olduğum için kitapçıda Civan'la karşılaştığımda pek bir heyecanla kitaba atıldım. Hikaye çok olası bir ailede, çok olası bir çevrede, çok olası bir hayat bayıklığı ile başladı. Gençlik aşkları, etnik gruplar ve azınlığa karşıt "çoğunluğun" tepkileri, maddi ileişkiler ile serpildi. Bir yerden sonra her şey çığrından çıktı! Halkın tepkisi şiddet ve sapkınlık seviyelerine ulaşırken -ki bana halen her şey çok olası görünmekteydi- ana olaylar da rayı terk etti. Olayların coşkusu ve havasal bir Münih bunalımının çifte etkisi ile kitabı başladığım gün bitirmiş olsam da ilk sayfalarda hissettiğim beğenim sayfalar ilerledikçe azaldı, son sayfaya geldiğimde "hay allah!" diyebildim. Zaman kaybı diyemem ama beklentim çok yüksekmiş.

Haziran ayı son günlerine yaklaşırken ve yanımda bulunan kitaplarım hızla tükenmişken -inanılmaz ama- yağmurlu bir Münih akşamüstünde uzunca bir süredir bakışıp naz yaptığım Freedom'ı istasyon kitapçısından alıp, ıslanmaması için güzelce sarıp sarmalayıp otele doğru yola koyuldum. İstasyon kitapçılarını ilk başlarda çok sallamıyordum, tahminen güzel köyümüz Ingolstadt'ımızın istasyon kitapçısında İngilizce kitap bulamadığım için. Sonrasında Münih'te fark ettim ki ana istasyon ve diğer büyük istasyonlardaki kitapçılarda fena olmayan sayı ve çeşitlilikte İngilizce kitap bulunabiliyor. Şehir merkezine ulaşma saati ve hava durumu dikkate alındığında ıskanlanmaması gereken bir olanak olduğunu fark etmem -geç de olsa- hiç fena olmadı. Neyse efendim, Jonathan Franzen beyefendi yüzlerce sayfa uzunluğunda bir modern çağ güzellemesi yazmış. Ana karakterlerimiz eski basketbol oyuncusu/yeni süper anne Patty, dünyanın en iyi insanı olan kocası Walter ve Patty'nin gençlik aşkı ve Walter'in can dostu rock yıldızı Richard Katz. Bu üç insanın ebeveynleri, kabus kardeşleri, sevgilileri, işverenleri, çocukları, evleri, işleri… derken Orta Doğu'dan ekmek yiyen pis Amerikalılar, çevrecilikten Amerika'da para yiyen pis Amerikalılar, sahnenin parıltısıyla konserlerden genç kız yiyen pis Amerikalılar.. Ve sonra tüm bunların ortasında ergenlikten hemen önce başlamış hastalıklı bir aşk hikayesi ile ergenliğini sonradan keşfeden başka bir aşk hikayesi.. İğrenç komşular.. Ve daha bin tane olay ve durum üzerinden kişilerin istemli ve istemsiz bağlılıkları ve bağımlılıkları iyice eşelenip özgürlük anıştırmaları ile tam bir sirk sarhoşluğunda okuyanlara sunuluyor. Kitabı bitirdiğimde haz ve baş dönmesini bir arada yaşıyordum.

Şu son yazdığım paragraflara bakınca bambaşka formatlarda olsa da yeni dönem kitaplarında hep aynı şeyler mi anlatılıyor diye kuşkuya düşüyorum. The Woman Who Went to Bed for A Year'da da -bambaşka bir formatta olsa da- bir insanlık kudurganlığı hikayesi anlatılıyordu ve evet, farklı bir yere bağlanıyordu. Ama araya birkaç filtre -kişi, yer, kapsama alanı ve olay filtreleri- koyunca çivisi çıkmış dünya anlatımının son dönemde okuduğum yakın tarihli hemen her kitabın ana konusu olduğunu anlıyorum. Anlatımı, dili daha kuvvetli olana hayran kalıyorum; zayıf olana "hay allah!" demekle yetiniyorum. Üç paragraf yazı yazdım, edebi dünyamda aydınlandım!

Piran hatırası Rose The Giraffe'ta, Rose hanım kızımızın kendisini daha farklı, süslü ve alımlı göstermek arzusuyla nasıl bir sıkıntılı maceraya atıldığını anlattı, Tina Perko. Bir zürafa sevici (?) olaraktan en sevdiğim hayvanın düştüğü halleri gördükçe hayıflanmışsam da her güzel varlık gibi Rose da sonunda doğru yolu buldu (masallardan bir demet).

Mario Bellatin'in Güzellik Salonu, çığrından çıkmış dünya bolluğunda tokat etkili bir kısa roman. Anlatıcı, başlangıçta güzellik salonu olarak açtıkları dükkanın zaman içerisinde ölüme yaklaşmış eşcinsellerin terk edildiği bir bakımevi/son durak haline gelişini anlatan, kendisi de bu sona yaklaşan bir eşcinsel. Aralarda hafif sıcak noktalar, kısmi yumuşamalar geçmiyor değil ama anlatının genelinde keskin bir katılık mevcut.

Uçma Sanatı bir süredir kitaplığımı bekliyordu. Aslen Madrid öncesi okuma isteği içerisindeydim ama isteğimi plan haline getiremedim genel kafa dağınıklığım içerisinde. Antonio Altarriba yazmış, Kim çizmiş. Anlatıcı hikayeye babasından bahsederek başlıyor, sonra babasının kimliğine bürünüyor ve babanın ömrünün hikayesi boyunca İspanya iç savaşı ve sonrasını anlatıyor. Hüzünlü, güzel ve öğretici. Her şey babanın kendisini kaldığı bakımevinin peneresinden atmasıyla başlıyor ve düşüşü -uçuşu- boyunca geçmiş hayatının izlerini takip ediyoruz.

Bu yaz çok güzel kitaplar okumuşum, hangi birisini yazacağımı şaşırmış durumdayım.

Alexander McCall Smith ile Abur Cubur Peşinde serisi sayesinde tanışmıştım. Ancak kimdir, nedir hiç araştırmamıştım. Zürafa'nın Gözyaşları'nı zürafa seviciliğimden kitaplığıma attıktan bir süre sonra elime alıp da serinin ikinci kitabı olduğunu fark edince hemen Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu'nu edindim. Resmen tat alarak okudum ve vakit kaybetmeden Zürafa'nın Gözyaşları'nı da okudum. Kahramanımız Precious Ramotswe, Botswana'da yaşayan 30'lu yaşlarının başlarında, tabi ki her sağlıklı Botswana kadını gibi kilosu yerinde, arada kazalar olsa da dedektiflik için gerekli (?) önseziye sahip muhteşem bir kadın. Hayatının bir dönüm noktasında (heyecan uyandı mı?) bu büroyu, bu isimle açmaya karar veriyor. İlk etapta büro ancak masraflarını çıkartıyor ama zaman içerisinde gizemli olaylar, çözümsüz kalmış geçmiş hikayelerde kapısı çalınan bir yer haline geliyor. Kitap doğaya, doğallığa, Afrika'ya övgü ve sadakat halinde; ağzınızda karamel tadı bırakıyor. İncelemeye konu olan olaylar değil, dedektifimizin yaklaşım, düşünce ve özgün yöntemleri -küçük beyaz minibüsü eşliğinde- kitabı alıp götürüyor. Alexander McCall Smith, tıp hukuku profesörüymüş ve bir dönem Botswana'da yaşamış. Serinin dana başka kitapları da var ancak henüz ilk iki kitap Türkçe'ye çevrilmiş. HBO da dizisini çekmiş. Bakalım bir daha, ne vesileyle karşılaşacağım Precious Ramotswe ile?

Y.D.'nin temmuz seçimi Lord Byron'ın Don Juan'ı oldu. Kitabı YKY baskısında çeviren Halil Köksel'in önsözü o kadar eğlenceliydi ki hem hiç bitmesin istedim hem de önsözün neşesinin kitapta üçe beşe katlanacağı düşüncesiyle sabırsızlandım. İlk kantolar hakikaten beklediğim neşedeydi. Kitap ilerledikçe, Lord Byron kantoları üçer beşerli gruplar halinde farklı zamanlarda yayınladıkça, lordum Don Juan'ı unutmaya başladı ve sürekli olarak dönemin yazarları, eleştirmenleri, yayıncıları, politikacıları ile atışmalara giren dizelerle üzerime üzerime gelmeye başladı! "Ah yaşasın, Juan'a dönüyoruz!" nidalarım birkaç dize sonra sessizce sonlandı. Halil Köksel'in üstün gayretiyle hazırlanmış dipnotlarla tarih ve mitoloji bilgileri edinmiş, ismini duydum duyalı İtalyan sandığım Don Juan'ın Sevilla'nın içinden bir İspoş olduğunu öğrenmiş olsam da sıcaktan uykusuz yaz günlerimin en zorlu okuması oldu bu kitap. Oğullar ve Rencide Ruhlar, Don Juan okumamda araya ilaç gibi giren bir reklam arası oldu. Düşündükçe halen gülümsüyorum.

İyi Geceler Tatlı Prens, yazımın tatlı değilse de hüzünlü sürprizi oldu. Pierre Charras'ın kitabında anlatıcı babasıyla olan ilişkisini didik didik ediyor. Babasının çocukluğunu, kendi çocukluğunu, babasının anlatıcının çocukluğunda kendi inançlarını/inaçsızlığını acılar çekerek göz ardı edip ona istediği şeyleri sunmasını, ergenlik ve olgunluk ilişkilerini ve ilişkisizliklerini okurken sürekli olarak dudaklarım titredi, içim acıdı. Anlatımın güzelliği ve yalınlığı sözcüklerin daha bir derinlere işlemesine sebep oldu. Pierre Charras'ın On Dokuz Saniye kitabı da Türkçe'deymiş, ev ödevi aldım kendime.

Uzaklıklar, Eski Denizler ise yeni bir merak başlangıcı. Fernando Pessoa; Alberto Caiero, Alvaro de Campos ve Ricardo Reis karakterlerini yaratmış, şairlik hayatında. Her biri farklı çevrelerde, değişik eğitim seviyelerinde, farklı/kesişen dönemlerde yaşamış karakterler. Köyünden hiç çıkmamış Alberto Caiero'nun pastoral ve yalın şiirleri bir yana, dünyayı görmüş Alvaro de Campos'un şiirleri bir yana. Öyle ki, Alvaro de Campos, Ricardo Reis'in sanatına hayran bir şairmiş (yoksa tem tersi mi?). Fernando Pessoa, sağlığında çok tanınan bir şair değilmiş ancak ölümü sonrasında bıraktığı binlerce yayınlanmamış eser ve yaratmış olduğu karakterlerin farklı dünyaları ile sayılan bir isim haline gelmiş. Ben en çok Alberto Caiero'nun, sonra Fernando Pessoa'nın şiirlerini beğendim, sevgili Cevat Çapan'ın çevirisiyle, "şairine" göre ayrılmış bölümler arasında dolanırken.

Körlerin Şarkısı, ölümü sonrasında okuduğum ilk Carlos Fuentes kitabı. Çok emin olmamakla beraber, Sabitfikir'in hatırlamadığım bir sayısında görmüştüm sanki bir fotoğrafını yakın zamanlarda -burada yakın zaman 1 ile 1.5 yıl demek- ve 70lerini süren bir adamdan çok daha genç gösteriyordu. Sevdiğim yazarlar ölünce, bir öksüz hissediyorum kendimi. Ben onlardan bir şeyler almayı, bir şeyler okumayı sürekli talep edecekmişim ama onlar kollayan, koruyan o babacan ellerini zar zor topladığım saçlarımda gezdirmeyeceklermiş gibi hissediyorum. Demek ki sevdiğim tüm kadın yazarlar yaşça ve göreceli olarak ölmekten uzak veya çoktan toprağa karışmışlar (okuma hallerimin bir deşifre olası varmış, bu yazıda). Carlos Fuentes'in halen okumadığım çokça kitabının olması yoksunluk hissini azaltmıyor, sadece biraz öteliyor. Körlerin Şarkısı dokunaklı öykülerden oluşuyor. Aura'yı daha önce Can Yayınları'nın Cep Kitapları serisinde okumuştum, şimdi sonunu hatırlamama rağmen -ki çok nadir olmaz bu- heyecandan gerile gerile yeniden okudum. İki Elena, oyunlu oyuncaklı bir öykü. Kraliçe Bebek, hüzünle gerenlerden. Ne Olursa Olsun, çok fazla bir etki yaratmadı, soluklanma sağladı sadece. Eski Haklar'ın hinliği sonrasında, Saf Bir Ruh'un tersleyen sesiyle kitap sonlandı. Ben öykülerden sıkılana kadar bekleseymiş keşke beni, hayallerimin koca ellisi.

Parmaklarımın dili şişmiş meğer, son güzeli de yazıp dinlendireyim kendilerini. 2012 ikinci okuma yarıyılı ödevim İnce Memed'e, korkulan bir ödev olması sebebiyle epeyce bir kaçınmadan sonra ağustosun son haftası başladım. Daha önce Yaşar Kemal'den sadece Karıncanın Su İçtiği'ni okumuş, takipte biraz da zorlanmıştım. İnce Memed'i hep okumak istiyor, bu zorlanma halimden dolayı da cesaret edemiyordum. Kabul etmem gerekir ki Abidin, İnce Memed merakımı iyice körükledi. M. Şehmus Güzel, kitap boyunca Abidin Dino ve hatta daha çok Arif Dino ile ahbap olan (aslen Dino kardeşlerin ağabeylik ettikleri) Yaşar Kemal'in gençlik hallerinden de bahsediyordu. Temmuzu sıranın altına saklanarak geçirip, ağustos sonuna kadar uzatma aldıktan sonra, artık ağustosun son haftasında Münih'e okuduğumdan başka kitap getirmeme/bitirdikçe buradan alma teknolojisinin de dayatmasıyla İnce Memed'i sıranın üstüne çıkarttım. Ve bin pişman oldum! Ağzım hayranlık ve hayretten açık, beklenmedik bir süratla okuduğum ilk cilt bittiğinde neden takip eden ciltleri yanımda getirmedim diye bin pişman oldum! Yokluğu, yoksunluğu, zulümü, arzuyu, kararlılığı; hemen hepsi ifadesi çok zor duyguları laf kalabalığına girmeksizin yalın ve herkesçe anlaşılır doğrulukta anlatan yazarlara usta diyorduk, değil mi? Şaşkınlığım, haşa, Yaşar Kemal'in yazarlığından değil onca zamnadır korktuğum anlatımın hücreme işleyen yalınlığından ve gücünden kaynaklandı. Öykünün güzelliğinden bahsetmiyorum bile. Bir an önce ikinci cilde kavuşmak istiyorum, sonra üçüncüye, sonra ..

Bu noktada yine bir okuma yeteneğim didiklemesine giriştim. Y.D. ile konuştuğumuzda, şu an tam hatırlamıyorum ama, sanırım lisede okuduğunu, geceleri okumaktan bir türlü yatıp uyuyamadığını, daha erken okusaydım da aynı hazı alacağımı düşündüğünü söyledi. G.A. pek küçükken okumuş, çakır dikenleri kalmış aklında. Kendi adıma her şeyi okumanın bir zamanı olduğunu düşünüyorum. Okuma geçmişimde bazen hunharca, bazen tane tane ve bilinçli tükettiğim kitapların gelecek dönem okumalarım için üzerinde durduğum zemini güçlendirdiğini düşünüyorum. Hayatımın en sancılı okumalarından Terra Nostra'nın beni İnce Memed'e hazırladığını hissediyorum. Terra Nostra kimi sayfasını beş kere okuduğum, bir yaz karabasanı gibi göğsüme çökmüş, hikaye kişiler ve olaylar etrafında deli deli çemberler çizerken içimin bulandığı, yeter diyip bir kenara atamadığım, elime ve gözüme bir şekilde yapışan sapkın bir deneyimdi benim açımdan; kitapta bahsi geçen sapkınlıklardan bağımsız, bir okuma serüveni olarak. Öyle sapkın ki, Carlos Fuentes'in adını dahi duymak istemeyebilecekken daha bir tutkuyla bağlanmıştım kendisine. Olayların düğüm düğüm olması yetmezmiş gibi tasvir yumaklarıyla dolu bu kitaplar beni tanımlayamadığım bir şekilde eğitti, sabırlı hale getirdi. Öyle ki, İnce Memed'i okurken çoğunlukla bölüm başlarında karşılaştığım betimlemeleri öyküden ayrı bir girizgah olarak değil, öykünün kendisiyle bir, bütünden ayırdı zor satırlar olarak okudum. Karıncanın Su İçtiği'ni okurken bunu başaramamıştım, tabi Yaşar Kemal'in geçmiş dönem ve yakın dönem yazınını kendi halimde de olsa kıyaslayacak bir okuma listem yok; çok duru bir "kontrol grubuna" sahip değilim. Sonuç olarak, iyi ki şimdi okumuşum İnce Memed'i ve iyi ki şimdi okumaya devam edeceğim.

2 Eylül 2012 Pazar

Resimli Madrid Güncesi


Haziran ayı sonunda sevgili İspoş kardeşlerimi habitatlarında ziyaret etmek üzere 4 günlük bir Madrid kavurganlığı yaşadım. Daha önce görmediğim bir şehri, o şehirde yaşayanlarla gezmek en güzeli. Ya da en optimum çözüm, diyelim. Birlikte gezdiğim kişilerin zevk ve beğenilerine bağlı olarak gezi şekilleniyor. Şansıma bana nöbetleşe bakıcılık yapan arkadaşlarım ile ortak beğeniler içerisinde olduğumuz için (buna uysal benlik de denilebilir) gezip, gördüğüm ve yiyip içtiklerimden son derece memnun kaldığım bir Madrid gezisi yaşadım. Pek tabi ki göremediğim, yeterince görmediğim, aklımda kalan yerler de oldu ama zerre plan yapmadan yola koyulduğum düşünülürse şikayet etmemem doğal karşılanabilir.

Cuma öğleden sonra sevgili İspoş kankam A.G.G. ile pek tabiki otobandan yanlış çıkış alaraktan uçağımıza ucu ucuna yetiştik. Kendisiyle atılan her adım bir macera, bir kaybolma, bir geç kalma veya bir şeyler unutma ile sonuçlandığı için sakinliğimi kaybetmedim ve kendisinin yol çalışmasıyla tıkanmış otobanda yaptığı akrobasi çalışmalarının tadını çıkartmaya çalıştım.

Uçak beklediğimden sessizdi. Barajas havaalanı beklediğimden sessizdi. Taksici beklediğimden sessizdi. Madrid'de ölümcül bir salgın olduğunu düşündüm önce. Sonra acaba arkadaşlarım Almanya'da göreceli olarak mı gürültücüler, diye şüpheye düştüm. Sonunda benimkilerin gürültücü olduğuna kanaat getirdim, milletin hepsinin değil.

Plaza Mayor'da, Plaza Mayor Oteli'nde kaldım. Sevgili A.G.G. onlarda kalmam için cok ısrar etmiş olsa da hem hanım arkadaşıyla henüz tanışmadığım, hem ekibin üstün çabalarına rağmen kültürlerine tam hakim olamadığım, hem de evdeki diğer insanlara sormadan eve misafir davet eden erkek tiplemesine sinir olduğum için kendilerine en yakın otelde kalmam konusunda kendisini ikna ettim. Şehrin tam olarak göbek deliğine -Sol- yakın konuşlanmış olmam, küçük tatilimde yollarda taşıtlarla zaman kaybetmeksizin gezme verimini sağladı.

Eşyalarımızı bırakıp kişisel iklimlendirme sistemimizi Madrid ayarlarına çektikten sonra kendimizi sokağa attık. Ve ne bulursak yeme etkinliğine başladık. İlk olarak şarküteri-barlardan birinde beyaz şarap, pastırmalar ve nispeten az kokan peynirlerle siftahı yaptık. Ardından ölümüne kalamar, bira ve calimocho alarak Plaza Mayor'da bir heykelin dibine çöreklenip yeme eylemlerimize devam ettik. Calimocho rezil bir şey, üniversite yıllarımızın şargozu ama gazoz yerine kola var ve son derece tatlı. Sonrasında Asturias yöresinden bir bara gidip cidra, sucuk ve dünyanın en iğrenç peynirinden yedik. Cidra'ya bayıldım. Sucuk tahammül edebildiğim lezzetteydi, yine de daha az cıvık olanlarını tercih ediyorum. Peyniri "aaa, illa tadına bak!" ısrarlarına dayanamadığım için tattım ve yeşil herhangi bir peynirin lezzet içermeyeceğine ilişkin fikrim sonsuza dek geçerlilik kazandı. Parçalanana kadar giyilmiş ve hiç yıkanmamış bir çorap yeseydim, aynı tadı alırdım.

Sonrasında saraylar, opera binası, dondurmacıları gezip küçük bir rock barda soluklandık. Tabi ki bir başka bara daha gittik ki midemizde bir gıdım yer, bacaklarımızda derman kalmasın diye. Sabaha doğru otele ulaştım.

Ertesi sabah nöbeti devralan İspoş'la şehrin göbek deliği etrafında birkaç saat dolaştık. Gördüğümüz binaları, sokakları, meydanları isimleri ve geçmişleri ile aktardı lakin henüz ayılmamış olduğum için çok fazla kayıt alınamadı.

Nöbet devri sonrasında kahvaltıda churro yememe karar verdik. Churro tatlı-tuzlu hamurun yağda kızartılması sonucu elde edilen kalori bombası. Kendileri her ne kadar tatlı eklerle tüketiyor olsalar da bu hamuru, ben sade yeme konusunda doğru bir karar aldım.

Kahvaltı sonrası küçük bir araba turuyla nispeten uzak mekanları görme fırsatım oldu. Gay festivali sebebiyle sokaklar gökkuşağı renginde afişler, flamalar ve bayraklarla donanmıştı ve onlarca güzel ve bakımlı erkek sokakları arşınlamaktaydı.

Tekrar yaya moduna geçtikten sonra, sabah turumdan aklımda kalan isimleri yeni bakıcılarıma havalı havalı aktararaktan gezintimize devam ettik.


-Şehirde pek çok kurumun ilk binası, kapasite artırımı için gelen eklenti modern bina ile tamamlanmış. Havaalanında iki büyük terminal bulunuyor, ana istasyonun yeni ve eski versiyonu yanyana, pek çok bakanlık binası çift yumurta ikizleri halinde. Yukarıda detayı olan binanın ne binası olduğunu hatırlamıyorum, sanırım bir bankaydı. Yeni binanın mimarı detayı yansıtmak yerine ana fikri vermiş. A.G.G.'nin kısa mimarlık öğrenciliği ve güzel sanatlardaki ilgi ve bilgisi sayesinde bu tip detay bilgiler edinebildim.-


-Kongrenin eski ve yeni binaları-


-Şehir merkezindeki binalar farklı tarzlarda inşa edilmiş ve buna rağmen bir bütünlük arz ediyorlar. Kendi yaşadığım başşehri ve korkunç mimarisini düşününce içim kararıyor.-


-Pek hoşlandığım bir kapı-


-Merkezden neredeyse hiç uzaklaşmadım, o sebeple şehrin her bölgesi hakkında yorum yapamam ama merkezde hemen her caddenin ağalar altında olması, korkunç sıcaklarda yürümeyi mümkün kılıyor.-


-Prado müzesine pazar günü uğradık. Tahminen birkaç günde içinden çıkılması muhtemel müzeyi A.G.G. özet olarak gezdirdi. Baş eserleri göstereceğim, dedi. Resimleri, ressamlarını ve tekniklerini detaylı olarak aktardı ve 2 saat gibi bir sürede kendimi müzeden ayrılırken buldum.-


-Ctesi öğleden sonra molamızda A.G.G.'nin favorisi Las Bravas'ta karnımızı doyurduk. Sevgili kankam bir pis boğaz olup yaz sıcağında bile cocido yiyip mide spazmı geçirmeyen uslanmaz arlanmaz bir öğütücüdür. Las Bravas'ta yediğimiz her şey özel bir sosla geliyordu ve de gayet lezzetliydi. Yine de yukarıda arzı endam eyleyen domuz kulağını (oreja) yemeseydim bir şeyden eksik mi kalırdım? Emin değilim.-


-İsmini hatırlamadığım bir parkın çıkışındaki basamaklar (dünyanın en şuursuz gezi yazarımsılığına adaylığımı koyacağım)-


-Şehrin yeşilliğinden yükselen saray. Çok kurak ve sıcak bir kış geçirmelerine rağmen şehir yeşilliğinden bir şey kaybetmemiş. Ptesi sabahı 07.30 sularında başladığım yürüyüşümde Retiro parkında dolaşırken çok sayıda bahçıvanın azimli çalışmalarını gördüğümde de krize rağmen insanların şehirlerini güzel kılma çabalarına hayran kaldım.-


-Madrid Atakulesi-


-Sokakları yeşertmeye doymayıp evlere tırmanan ağaçlar-


-Retiro'yu ilk olarak kendi başıma gezdim. Kendimden  çok emindim her yanını dolaştığım hususunda lakin sevgili R.L.-A. beni utandıran ilave bir tur düzenledi ve daha önce görmediğim şu kocaman havuzla karşılaştım. Efendim, burada Ben Hur'un (uydurmadığımı varsayıyorum) çok müthiş bir sahnesi çekilmiş ve fakat filmi henüz izlemediğim için konu hakkında son derece cahilim.-


-Retiro parkında cam saray-


-Cam saray içinde var bir güzel-


-Masal ağaçları-

Ctesi akşamını A.G.G.'nin sevgili sevgilisinin ellerinden çıkma bin çeşit tapas ile milyon kadeh beyaz şarap eşliğinde bir ev partisi ile geçirdik. Kendimi ayarsız pişiren bellemiş bir insandım, meğer A. kayıp kardeşimmiş; ertesi gün de yemeye devam ettik. Almanya - İtalya maçını Münih'te izledikten sonra İspanya - İtalya maçını Madrid'de izledim. İlk maçtan sonra Münih sokaklarını anormal bir sessizlik kaplamış, ben de güzel bir uyku çekmiştim. Final maçında hemen karşımızdaki İtalyan restoranınından gelen şarkı-türkü-bağırtı sesleri, yenilgi sonrasında da devam etti. Madridli İtalyanları eğlenme becerileri konusunda tebrik etmek istiyorum. 

Ptesi günümde Reina Sofia'yı görmeyi arzu etmeme rağmen R.L.-A. ile genişletilmiş şehir turu yaptım. Fena da olmadı. Nispeten yeni mahalleleri, görmediğim parkları, iş merkezlerini, kitapçıları dolaştık. Ne zaman başına oturacağımı bilmediğim bir dolu güzel İspanyolca çocuk kitabım oldu. Gün boyunca şehir, zaferle dönen milli takımı karşılamaya hazırlandı, biz de mümkün olduğunca bu kalabalıktan kaçtık. Akşam saatlerinde nöbeti haftasonu görüşemediğim arkadaşlarım devraldı. Münih maceramız sonrası memleketelerimize dönüşümüzü, evlerimiz, işlerimiz ve hayatlarımızı didikledik ve makul bir saatte dağıldık. Sabah ezanına kadar sokaklarda bağrınarak gezinen futbol sevenler sayesinde ancak gün doğarken uyumam mümkün oldu.

Pek tadımlık bir gezi oldu, bir kez daha gidebilsem hiç fena olmaz.


-Galibiyet gecesi Sol'da coşmuş gençler-


-Şehirde en sevdiğim şey: Sokak, meydan, pasaj tabelaları-