5 Eylül 2010 Pazar

A la Belcik

Brüksel’le ilgili yazmak istediğim bazı şeyler vardı.

1. Gün:
Pazar sabahı indiğim in cin top oynayan şehirde gözlerimi açmaya çalışıp otelimi ararken bana yol soran gençler ne denli halk tipi olduğumu bir kez daha anımsattı bana. İlginçtir ki sordukları yeri tarif edebildim.

Uzun dolaşmalar sonunda Pazar öğle saatlerinde açık bulabildiğim tek kahve satan yer olan Yunan lokantasında zar zor anlaştığım amca bana espresso verdi ve yanında kurabiyecik ikram etti. Kısacık ziyaretim boyunca adam gibi bir kahve içemedim. Katılmak üzere gittiğim toplantıyı düzenleyen kurum sabahları kısa süreliğine kahve ikram ediyordu, sonra apar topar kaldırıyordu kahve makinalarını. Sonradan yakın mesafede kahve alabileceğim bir yer buldum ama pek de memnun kalmadım.

Tabi başka açık yerler varmış, mesela kaldığım otelin yakınındaki Türk mahallesinde etliekmekten Karadeniz pidesine kadar her türlü yağlı, hamurlu, kebaplı çözüm bulunmaktaydı. Ben şansımı kapısının önünde oturabileceğim bir kafeden yana kullandım. Kendileri saat 16.00 itibariyle yemek yayını kestikleri için şarabımın yanında çantamdan çıkan zor günlerin sadık dostu Etiform bana eşlik etti. Frankofon bir öğleden sonra geçirmeyi arzu etmiş olsam da kafede oturduğum sürece sokak çalgıcısı beyefendiden birkaç kez “no women no cry” dinlemek durumunda kaldım.

Süper uykusuzluk sonrası, “Ah Avrupa sanatı!” diye gittiğim şehrin her yerinde yüzüme yüzüme bağıran “Brussels Non European Art Fair” flamaları ve Brüksellilerin “Avrupa Dışı = Japonya + Afrika” yaklaşımları uykumu sevimsizce açmama yardımcı oldu. Hemen her galeride çok benzerlerini gördüğüm o maskeler olmasaydı, halim nice olurdu?

Oryante olmakta zorlandım. Haritayla uzun uzun bakıştık, ona yakın olmak için yaptığım hemen her hamle alakasız bir yerde sonlandı. Neşeli ve renkli modern sanat eserleriyle dolu bir galeride bana yardımcı olan tonton amca haritayı, bulunduğumuz noktayı ve beni kişisel uzayıma yerleştirmeyi başardı, sonrasını kazasız belasız hallettim. Ama niyet ettiğim müzeleri bulamadım, bulduklarıma da niyet etmedim.

-ıssız pazar gününde ufukta numune insan silüetleri-

Yalnız başıma gezememe özürüm Brüksel’de de nüksetti. Yorgunluk ve uykusuzluğumu bahane ederek gitmeyi planladığım birkaç yer ve etkinliği uykuya sattım. Ben uyudum uyandım hava kararmadı, uyudum uyandım kararmadı o hava. Ah o hava..

2. Gün:
Kahvaltıda aynı otelde kaldığım aynı toplantıya katılacağım kişilerle karşılaştım ancak kendileri sebebini çözemediğim bir acelecilikle benim kahvaltımı bitirmemi beklemeden toplantı mekânına ışınlandılar. Önümde zorlu bir yol vardı, ben hem tek başıma metroya (Microsoft yer altı treni dememi öneriyor ama öyle çok sevimli, ürkütücülüğünü yitiriyor) bineceğim hem de üzerine bir de arada hat değiştireceğim! Metin olmaya çalışsam da ürkek halim resepsiyondaki Afyon Elmadağlı gence etki etti, onun tarifiyle bir sonraki duraktan binerek alete hat değiştirmeksizin toplantı mekânına ulaştım.

Toplantıya girmeden arkadaşlarımın arkadaşlarıyla tanıştım (dünya üzerindeki bir kişiyle 6 kişi üzerinden mi tanış oluyorduk, 8 kişi üzerinden mi?), toplantısal görüşmeler haricinde de zamanı onlarla geçirdim. Öğle arasında yemeklerimizi alıp gittiğimiz parkın cami dibine konuşlanmış olması henüz hissetmeye başlamadığım memleket özleminin hiç oluşmamasına sebep oldu. Türkiye’den bir kurumun toplantı çıkışı düzenlediği kokteylde yediğimiz mercimekliler ve kadınbudu köftelerle zaman - mekan algım temelinden sarsıldı.

Kokteyl çıkışı otele uğramak üzere yöneldiğimiz metroda yangın çıkmış olması, taksilerin durmaya tenezzül etmemesi ayaklarımda derin bir acıya sebep oldu. Bu acının hepi topu yarım saatte vuku bulması, bu şehrin merkezi bölgelerini gezmek için ihtiyacım olan tek şeyin rahat pabuçlar olduğunu öğretti bana (topuklu pabuçlarla olan ilişkimi gelecekte irdeleyebileceğim gibi irdelemeksizin sevgi dolu acılı ilişkime devam da edebilirim).

Düztabana geçiş sonrası kararmak bilmez gecede benim ½ Pazar günü boyunca dolaşıp teğet dahi geçmediğim Grand Place bölgesinde dolaştık. İşeyen heykel çocuk (Bir gün bir gün bir çooocuk, oraya buraya işiyormuş. Onun peşini temizlemekten bıkan talihsiz anası “Eşek sıpası, bıktım senin sidiğinden [bu noktada Microsoft beni sözcüğün “argo veya kaba” olduğu hususunda uyarıyor, hâlbuki TDK hiç bundan bahsetmiyor], kör olmayasıca! Aziz Petro’ya (?) adak adadım bir daha oraya buraya işersen seni taş edecek, ben de 4 çileğe bir kepçe çikolata döküp 5 avrodan satıp paraya para demeyeceğim, ooh, sefam olsun demiş..) miniminicikmiş. Oysa küçüklüğümde tahminen Doğan Kardeş’te gördüğüm fotoğrafında daha çocuk boyutlu gelmişti bana. Algı işte, sağı solu belli olmuyor.
-miniminiciiik, miniminiciiik, miniminiminiminiminiminiciiiik-

Mercimeklileri eritecek kadar yürüdükten sonra oturduğumuz bir lokantada meşhur Brüksel midyesi Mussels ile tanıştım. Geçtiğimiz yıllarda geliştirmeye çabaladığım tiksinmeden yiyebilme yeteneğimin çok faydasını gördüm. Yüzlerce kez kullanılmış hijyen harikası tencerede gelen midye son derece lezzetli, bir o kadar da doyuruculuktan uzaktı. Eğer çok aç, yok yok, normal açlıkta otursaydım tencerenin başına ıcık cıcık uğraşırken midyelerle açlıktan bayılabilir, bayılmayıp sonuna kadar yemeyi başardığımda ise doymadığım için ağlayabilirdim. Bazen tokken yemek de faydalı olabiliyor.
-gözünü sevdiğimin midyeleri-

3. Gün:
Otel odalarına tez zamanda yayılma, uzun uzun toplanma becerisinde olduğum için mutlu değilim. Toplanma sonrası beni bekleyenlerin yanına hep vaktinde ulaşıyorum ancak bunun için gün aydınlanmadan uyanmam gerekiyor.

Toplantının 2. gününde öğle arasında bir İtalyan restoranında pizza yedik. Dışarıdan bakıldığında 2-3 masalı bir yermiş gibi görünen mekânın iç kısmına girince kendimi Balgat - Emek hattında pideci / kebapçı kuşağından geçer gibi hissettim. Çeşitli bakanlıklara mensup çalışanların yerini alan Avrupa Birliği Komisyonu çalışanları hınca hınç doldurdukları restoranda, boyunlarında kimlikleriyle, kaşarlı-kuşbaşılı pide yerine pizza tüketmekteydiler. Yarasın.


-sağdaki bayan gördüğüm en şık brüksel sakini-

Toplantı çıkışında koştura koştura sivil kostümlerimizi giyerek çeşitli hediye işlerimizi hallettik. Şehirde insanların dolaştığı, mağazaların açık olduğu bir zaman dilimi mevutmuş meğer ve biz onu ucundan da olsa yakalayabildik. Sonrasında milyon çeşit bira satan biracı Delirium'a ulaşıp Löwenbrau isteyip beyaz şarap servis edilmesinin ardından çok da yenilikçi olmayan bir bira ile hayatıma devam ettim. Seyahat sonrası da görüşmekten kendimi alıkoyamadığım sevgili arkadaşım ö.k.’yı (29) yeşil bira içme cesareti gösterdiği için bir kez daha kutluyorum.


-içme dedim, dinlemedi-


Mantıklı bir bilet seçiminin kurbanı olarak 3. gecede, kendisinden çok da bir şey anlamadığım Brüksel’den ayrılmamız gerekiyordu. Pasaport kontrol sonrası saat 20.30-21.00 sularında ulaşmış olduğumuz dış hatlar terminalinde tek bir dükkânın açık olmaması her daim aç bünyemi yıprattı. Kepenkleri indirmiş, temizliği devam eden bir büfeden yalvar yakar bir sandviç aldım. Uçağa biner binmez tüm bağrış çağrış çocuklara rağmen kısa sürede uyumayı başardım, hava halen aydınlıktı.


-havaalanında tanıştığım geridönüşüm çetesi, onlar da kalacakları başka yer olmadığı için oradalarmış-

2 yorum:

  1. Sen buraya 200 km yaklasir da bize ugramazsin ha? Ask olsun! (Boyle beddua dostlar basina!)

    YanıtlaSil
  2. Bedduanı şiddetle destekler, vize sıkıntıları ile sesimi çıkartmaktan aciz olduğumu beyan eder, şu günlerde aynı şehrin havasını soludugumuza dair rivayetlerin teyidini beklerim. ( büyüklerin ellerinden....)

    YanıtlaSil