28 Aralık 2010 Salı

Meryem

Geçen haftasonu cüzdan temizliğine giriştiğim sırada kimliklerimin arasından bir kolye çıktı -kolye mi, kolye ucu mu? bence kolye-. Ön yüzünde Meryem Hanım arz-ı endam eylemişler. Yine ön yüzde metal çerçeve boyunca anlamadığım/seçemediğim yazılar var. "Our Lady Of Ephesus" yazıyor, arka yüzde de.
"Acaba, acaba..?" diyerek yaptığım olası kaynak çalışmam başarısız oldu. Nereden geldi bulamadım ama Meryem Hanım benimle.



Hafızaya ne iyi geliyordu?


23 Aralık 2010 Perşembe

Sevgili Yekta Kopan

Sevgili Yekta Kopan,

Size bu mektubu soğuk bir Ankara sabahında yazıyorum. Ankara sabahları yılın sayılı günlerinde sıcak olur zaten. En deli sıcaklarda bile sabahları çorapsız giyilen eteklerin altındaki o sandaletlerde ayaklar sızlar inceden.

“İllallah” ajandam bana diyor ki 13 Mart 2010 Cumartesi günü Kara Kedinin Gölgesi isimli kitabınızı okumuşum. Nefes almadan bir kitaptan diğerine koştuğum, gözü dönmüş, obur bir vaktime denk gelmiş, hakkını verememişim öykülerinizin (ev ödevi-yeniden okuma). Satırlar, öyküler zihnime bir uğrayıp kitabın kapakları arasına geri dönmüşlerse de geride, bende bir hoşnutluk kalmıştı; bunu hatırlıyorum; “Keşke Hayalet Gemi’yle tanışlığımız daha uzun sürseydi,” diye hayıflandığımı da.

10 gün kadar önce 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldığınızı öğrenince, ödülü kendim almış gibi sevindim. Bu sevinçle hemen bir “Bir de Baktım Yoksun” edindim, dün akşam da okuma sırası kendisine geldi.

Sevgili Herzog’un kulakları çınlasın, dün akşam ilk öyküyü okuyup yatınca zihnimde size mektup yazmaya başladım. Göçebe hayatlarımızın üniversite sonrası bizi oraya buraya savurduğu vakitlerde - aslında tam da zarflara, pullara iyice sarılmam gereken o zamanda- telefonun kolaycılığına, klavyenin erişilebilirliğine kandım; hakiki mektuplara e-postaları kuma aldım. Hâlbuki hatırlayabildiğim kadarıyla ilkokul 3’ten beri çok azılı bir mektup yazıcısıydım (askerliğimi lisede parasız yatılı aşk mektupları yazıcısı olarak ifa ettim, efendim).

E-postanın güzelliği gönderdiğim mektubun bir suretini saklayabiliyor olmamdı. Tabi yıllar içerisinde kullanılan sanal adresler, işler, şehirler değiştikçe çok da nezih bir arşiv kalmadı elimde. Aslında bu güzellik, biraz da hinlik barındırıyor içerisinde. Bir mektup yazılmayı başardıysa, bir de yazıldığı kişiye ulaştıysa artık yazanın mülkiyetinden çıkmıştır, benim nazarımda. Ama gelin görün ki e-posta suretleri bu mülkiyete gizlice uzatılan bir dinleme cihazı gibi “sızma” amacı güder, gizliden gizliye.

Sahibine gönderilmeyen mektuplar ya defter sayfalarında ya kutular içerisinde piç gibi sürdürürler hayatlarını, kişisel varlıklarım dâhilinde. Zaman zaman yeniden okunurlar, bazen pek anlamsız bulunup hayatları sonlandırılır, kimi zaman da yeniden okunmak ama asla gönderilmemek üzere ikametgâhlarına yollanırlar.

Sahibine ulaşamayan mektuplar var, bir de. Vaktiyle bir eski sevgiliye yazdığım ama postada kaybolan mektup, ona yazdığım en içten, en güzel mektubumdu. Onun yazıp bana “elden verdiği” ve benim buhran içerisinde okumadan yırtıp attığım bir mektubu da onun narında bana yazdığı en müthiş mektupmuş. O mektuplar ulaşsaydı sahiplerine, bugün bambaşka bir yerde olur muyduk? Hiç zannetmiyorum. Hayat değiştiren mektuplar dönemi, diğer iletişim araçların yaygınlaşması ve gelişmesi ile sona erdi; yetişemedim ben o duygusal dönemlere.

Herzog’la canımdan çok sevdiğim Y.D. (29) tanıştırdı beni. 2009 yazının birkaç haftasını bu kitabın iki kopyasını bulmaya ant içmiş kadınlar olarak geçirdik. İyi kalpli kitapçılar başka şubelerini aradılar, sordular; internet kitapçılığı köşe bucak arandı; sonunda edindik iki kopya Herzog –arada Y.D. kendi kopyasını kaybetti ama yanlış hatırlamıyorsam buldu, sonrasında-. Herzog efendinin böyle olur olmaz, ölü canlı kişilere yazmış olduğu / yazmaya durduğu mektupları severek ve de “duygudaşlık” içerisinde okudum.

Göz hırsızlığı bazında pek severim başkalarının ama “basılmış” mektuplarını okumayı; biyografilere, günlüklere kayar hep gönlüm. Abidin Bey’in, Güzin Hanım’a tüm sevgisini verdiğini her sözcüğüyle hissettiren mektuplarına cevaben, Güzin Hanım’ın oşubu hesabına üçbeşon frank gönderdiğini yazdığı mektupları şaşkınlıkla okurum. Simone Hanım’ın tüm feminist görüşlerini rafa kaldırıp ilgisi dengesiz Nelson Bey’e döktürdüğü onlarca mektupla afallarım.



Sevgili Yekta Kopan,

Size bu mektubu, mektupla yaşadığım fırtınalı ilişkiyi anlatmak üzere yazmaya başlamamıştım ama dün gece ve bu sabah okuduğum enfes öyküleriniz içimi kaplayan yapağıyı havalandırdı, şimdi pıt pıt yere konuyor o minik bulutçuklar.

Sarmaşık’ta bahçeye girişiniz bana Rappaccini'nin Kızı Beatrice’nin bahçesine girerken yaşadığım ürpertiyi anımsattı. Sayfalar ilerledikçe böyle nadiren karşıma çıkan ama bayıldığım “tadına doyulmaz ince hüzün” midemde kıvranmaya başladı. Bir şeyi olduğundan az ya da fazla göstermemek sanırım en büyük meziyetlerden. Babanın gömleğine takılma hali, örneğin, benzer bir kurgu içerisinde ben olarak var olsam illa ki benim de takılacağım bir uyumsuzluk durumu. Rüyada mantık yürütmeye çalışmak gibi, “ben üniversiteyi uzattım, liseyi uzatmadım ki!” diye sevinçle yatakhane kâbusundan uyanmak gibi. Hayal içerisinde ayağını yere basmaya zorlamak, belki de tam olarak.

Portobello 22’ye sabah uğradım. Gece 02.00 sularında anlamsızca uyanmıştım, o anda aklımdan geçmedi değil kapıyı tıklatmak ama kendimi uyumaya ihtiyacım olduğuna ikna edip birkaç eksenel tur sonrasında uykuma ve anormal asansörlü rüyama devam ettim. Eğer o kapıyı gece aralasaymışım, sabahı hocadan önce selamlarmışım. Yekta’yla “yapamadığınız” iyi oldu. Yekta’nın “eşsizliği” sona erecekti; iki Yekta artık tek olmayacaktı. Bir algının, rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bilmeden onun dumanıyla hayata devam etmek; küçük farklı anları kurcalamadan büyük sıradanlıklara çevirmemek; hayatla her daim flört etmek.. Korkak demeye dilim varmıyor, korumacı yaklaşımım; önermediğim ama sapmadığım sürece memnun kaldığım.



Akşam olsun da sizin “Kırmızı”nız bende hangi renge tekabül ediyor, göreyim bir an önce.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Bir Tek Şey Bil ki Önemli..

Biraz gecikmeli öğrendim Ossi Müzik adında birileri varmış, eski albümleri CD formatında yayınlıyorlarmış ve de çocukluğumun müthiş Ajda Pekkan & Beş Yıl Önce On Yıl Sonra albümünü de yayınlamışlar. Amcaların şekerlerine kanmadığım pazar gününde Küçük Vampir peşinde koşarken, o günün ilk saatlerinde gecikmeli okuduğum dergilerimde rastlaştığım albümü de edindim.




Maaile olduğumuz yılbaşıların etkisini yarattı bende, bu albümü yeniden dinlemek. Uyduruk 50-60 cm'lik plastik yılbaşı ağacımızı birbirinden yaratıcı süslerimle donattığım, illa ki yeni bir kıyafet giydiğim, babamın doldurduğu biraları çaktırmadan ablama pasladığım, Sanyo televizyonumuzdan Sanyo teybimize kablo marifetiyle çekim yaptığımız vakitleri buruk falan değil, gayet neşeyle andım.






Ananemin bana aldığı ilk kasedim olan Zekai Tunca'dan Bahar Çiçek Çiçek albümünü de edindim mi, misler gibi girerim ben bu yıla.

14 Aralık 2010 Salı

Kötü Amcalar, Teyzeler

Tek başıma, baştan alıyorum, “yalnız” başıma sinemaya gitme becerisi uzun zamandır edinmek istediğim bir yetenekti. Ruj sürmeyi öğrenmek, sigarayı bırakmak gibi 30 yaş hedeflerim arasında olmasa da üstesinden geldiğim zaman beni rahatlatıp, kimi zamanlarımı daha verimli ve eğlenceli geçirmemi sağlayacağını düşündüm hep. Yalnız başıma yapmaktan çekindiğim bu eylem benim için hep “üstesinden gelinecek” bir şey olmuş, bir önceki cümleyi yazarken fark etim.

 

Yalnız başıma tiyatroya gitme becerisini geçen sene edinmiştim, zaman zaman başvurduğum bu süper yeteneğim sayesinde, özellikle evimin dibindeki bir sahnede hasbel kader bulduğum biletlerle koştura koştura oyun izlemeye gidebiliyorum. Evimin dibinde sinemada bulunuyor ancak totomu henüz böyle bir motivasyonla kaldırmış değildim, ta ki geçtiğimiz Pazar gününe kadar.

 

Yaşadığım apartmanda “yaşayan” genç ve şen şakrak bir çiftin Cumartesi akşamı misafirleriyle gecenin 3’ünden sonra sapıtan neşesi sebebiyle bu Pazar sabahı Marcus’tan ve hoca efendiden epeyce erken uyandım. Bir süre sinirlenmeye devam ettim, sonra kalkıp camdan bakıp dışarıdaysalar hönkürmeyi planlayıp sesin apartman içinden geldiğini anlayıp yatağıma kös kös döndüm, yatağımda dakikalarca döndüm, en sonunda geçen aydan bu aya ötelenmiş başucu dergilerimi okuyup bitirdim, hava aydınlandıktan sonra kalktım, ıvır zıvır işlerden sonra kahvaltı yapıp kendimi evden dışarı attım.

 

Uykusuz hallerimin en sevecenlerinden olan huysuz modumdayken kitapçıda huysuzluk eden ve bir kalça darbesiyle sırada önüme geçen kadına benden beklenmeyecek bir sabır gösterdim (huysuz modum açıkken, uykusuzluk ataletim de devrede olabiliyormuş meğer). Neşeli bebek hoplatma saatleri sonrasında ismini açıklamak istemeyen bir alışveriş merkezinde sabah bulamadığım kitabı bulmanın verdiği mutlulukla sinemaya doğru yöneldim. Av Mevsimi 14.30 gösterimine bir bilet aldım.

 

Tam bu noktada bir kavga fırsatını kaçırdım. N ve N+1 doluydu, ben N-2 koltuğunu istedim, N ile aramızda bir boşluk kalsın, aman kimseyle dirseğim temas etmesin diye (koltuklara ilaçlı iğne koyuyorlarmış, enjektörle kezzap fışkırtıyorlarmış diye duydum!). Gişe görevlisi bana N-3’ü önerdi, arada 2 koltuk boş kalsın, ben yalnız geldim diye elalemin çiftlerinin illa ki benim seçtiğim sıradan izlemesine mani olmayayım diye. Sanırım atalet işlevinin devrede olmasından, “O zaman N+4’ü alayım,” dedim ve bir başka şanslı çifte daha bu muhteşem sırada yer edinme hakkı sağladım. Bir sonraki girişimimde benzer bir teklifle karşılaşırsam o gişe görevlisinin saçını başını…

 

Neyse, filme girdim. Pazar 14.30 seansı amcalar-teyzeler özel gösterimiymiş. Oturmadan önce koltukta iğne kontrolü yapmadım; kimse şeker, jelibon ikram etmeye kalkışmadı. Sinemaya beraberimde gelen organlarımla eve ulaştım. 

Olabiliyormuş.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Kaybettiğim Küpe Tekleri Gibi - 2



-bu küpecağızımın çok sayıda boncuğu ve bir eşi vardı zamanında. kendisinin has kalite plastik boncuklarını "ay bunlar sıvarovski mi?" diye onore eden bir tanışımın yorumuyla yaşadığı kafa karışıklığı belki de kendisini bu listede anmamın sebebi.-

- sevdiğim şık bir mağazadan kendime 28 yaş hediyesi olarak almıştım bu küpeleri. evimin kapasitesini ölçmek üzere yapmış olduğum ilk kalabalık ev davetimde kulaklarımda çilink çilink etmişlerdi kendileri. biri diğerini terk eyleyince, geride kalan pasa vermiş kendisini.-


-sevgili kız kardeşim 2004 yılında suluhan'dan 1 ila 1.5 tl'ye almıştı bu küpeleri bana. ouyuncu mor küpelerimin teki uzunca bir süre anamın babamın evinde saklanmış, sonra da ce-e marifetiyle ayrı kaldığı yavuklusuyla kavuşmuştu. ama kader yollarını bir kez daha, tahminen bu sefer sonsuza dek, ayırdı.-


- bu yavrularla çok kısa bir beraberliğimiz oldu. çok sevdiğim iş arkadaşım g.b. (29) benim gibi bir küpeseverdir. onun bu otantik hediyesinin teki dağ başıdan şehre gelen bir servis aracına koştuğum bir öğle sonrasında bütünlüğünü yitirdi, ne yazık ki.-



-sevgili kız kardeşimle bir cumartesi sabahı can çekişen karum ziyaretinde almış olduğum bu küpe ile çok iyi anlaşmıştık. "çeşit çeşit halkam olsun, gelsin kulağımda küpe dursun," kampanyama gönüllü katılan bu yavrunun teki kelebekler vadisi'nde gönülsüzce terk eyledi beni.-


-çok sevdiğim çocukluk arkadaşım i.ö.'nün (31) doğum günü hediyesiydi bu çubuklu boncuklu küpe ve kolyesi. neyle takacağımı bilemediğim vakitlerde benden ve kararsızlığımdan sıkılıp kaçtı, tez canlı teki.-



-zürafalı eşyalar toplama başladığım ilk zamanlardan kalma bu muhteşem küpenin tekini yakınlarda kaybttim. özellikle ciddi toplantılarda diğer toplantı katılımcılarının dikkatini dağıtmak üzere çok etkili bir silah olduğu gibi özünde en sevimsiz halimde beni neşelendirme enerjisine sahip gizli bir neşe bombasıdır. ah kırmızı zürafa ah! keşke terk eylemeseydin beni.-

15. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali

İki senedir büyük bir heyecanla Tiyatro Festivali’ni bekliyorum, günler öncesinde oyunları seçip biletlerimi alıyorum.

Geçen sene pek çok oyun belirlemiş, birisinde müthiş sıkılmış, genelini beğenmiştim. İTÜ Taşkışla Sahnesi’nin oyunu Dikkat!Anarşist Düşebilir’e ve başrolde oynayan Öykü Gürpınar’a bayılmıştım. Ölü Kadınların Şarkısı’nda oynayan Bademler Köy Tiyatrosu’nun kadınları da enfesti. Tek bir oyun beni oldukça yordu, “Oyuncular keşke bir süre daha kendi aralarında provalarını sürdürselermiş,” dedim.

Bu sene de duyuruları takip ettim ve 5 oyun belirleyebildim. Gittiğim ilk oyun Mask-Kara Tiyatrosu’ndan Yalancı’nın Resmi oldu. Kadın oyuncu Belit Özükan’ı beğendim, doğal buldum. Tamer Levent’i daha önce Galileo'nin Yaşamı’nda izlemiş, o zaman da tekleme ve takılmalarına şaşırmıştım. Oyunun metninde zaman zaman zorlamalar hissettim. Hele açılış sahnesindeki perdenin bir yanından gelip, etrafa bakınıp, sonra diğer yanından çıkma halini, şu ortalama tiyatro seyircisi halimle kaç defa izlemek durumunda kaldığımı hesap edemedim. Memed Baydur’un izlediğim ilk oyunuymuş bu. İnternette şöyle bir gezinince pek çok övgü okudum hakkında. Ödev olsun bana merhumun oyunlarını takip etmek.

İkinci oyun büyük bir hevesle, koştura koştura gittiğimiz Marx’ın Dönüşü oldu. Kapıda son dakika yetişmesi için çırpınan H.C.S.’yi (29) beklerken ve bir yandan da Devlet Tiyatrolarının yardım kampanyası hakkında bilgi alırken kapıda beklemekte olan “cultur” görevlisi bizi içeriye almamaya karar verdi. “Burası sinema değil, burası tiyatro!” sözüyle gönüllerimizde yer edinen beyefendi, dirençli arkadaşlarımın ısrarına dayanamayarak “Tamam, girebilirsiniz ama yerinize oturamazsınız,” diye bize sınıfın köşesini gösterdi. Yaklaşık 1.5 saat süren oyunu sevgili arkadaşım M.A. (30) ayakta izlerken, Ö.K. (29) ve ben halıflekse yüzleşme çalışmaları kapsamında yerden bitme seyirci modeline katkılarımızı sağladık. Salon girişinde bizi “kesinlikle yerimize oturtmayan” bayan görevli, oyun boyunca topuklarını yere vura vura, çantalara çarpa çarpa mülteci edasıyla sığındığımız koltuk yanı aralığında, bileşenlerini tüm azmimizle bir arada tutmaya çabaladığımız dikkatimizi yerle bir etti. İlgimi sahneye yönlendirebildiğim anlarda oyunu çok beğeneceğimi hissettim ama o kadar çevresel uyaranla kendimi tam anlamıyla oyuna verdiğimi söylemem mümkün değil. Bir kez daha izlemek farz oldu, Genco Erkal’ın hakkını veremedik.

Üçüncü oyun Tiyatro Ti’den Ayışığı Tarifesi idi. Şenay Gürler’in oyununa bayıldım. Oyun, kadın-erkek ilişkisi çerçevesinde temel olarak kadınlık hallerini anlatıyordu ve karakterin başından geçenler genelinde olmasa da özelinde salonda bulunan pek çok kadının bir anısıyla temas etti. Bana eşlik eden şen şakrak arkadaşım B.T. (30) ile salonu inleten kahkahalara imza attık.

Pazar günü, bu B.T. çok güldü diye onu dünyanın en karanlık dans gösterisine götürdüm. Where is My Handkerchief Desdemona isimli gösteriyi İranlı grup Role sahneye koydu. Salon oldukça boştu. Işık kimi sahnelerde o kadar kendisini sakladı ki, sahnedeki oyuncuları görmekte zorlandım. Sırf vurmalılardan bir müzik çaldı oyun boyunca, güzeldi. Othello’dan adapte edilen gösteri öncesinde Othello okusam zihnimde herhangi bir şimşek çakar mıydı, emin değilim. Oyuncu olarak andığım dansçıların dansçı olduklarına dair tek emare bedenlerine son derece hakim olmalarıydı. Bunun dışında dans namına bir şey görmedim.


Son olarak bu akşam Müşfik Kenter'i izledik, Orhan Veli 30. Yıl Özel Programı'nda. Şiir gibi, pamuk gibi bir akşama başladık sayesinde. Başımızdan eksik olmasın.


Oyunların bitiminde TAKSAV görevlisi/yetkilisi olduğunu tahmin ettiğim çeşitli insanlar oyuncuların temsili bir kısmına plaket ve çiçek vermek istediler. Ancak bunu o kadar plansız yaptılar ki hemen hepsinde alkışları kabul edip sahneyi terk etmek üzere harekete geçen oyunculara koşarak yetişmek zorunda kaldılar. Bir kısım oyuncu çiçek ya da plaket alırken, diğerleri nezaketlerini koruyup sakince sahneyi terk ettiler.


Ya yorgun, sevimsizdim iki haftadır ya da bu sene pek de müthiş oyunlar, salonlar, organizasyonlar seçememişim kendime.