18 Şubat 2018 Pazar

Çocukla Çocuk Olmak - II


Z.G.A., yavrusu I.’nın miniş gözleriyle bizleri tanıştırdı, yazın bitip günlerin kısalmasıyla kitaplıkta bekleyen kitaplarımı karıştırıp listeye almam da tembelliğimle epey ötelendi. Kız büyümeden yazmaya devam edeyim.

Canım ciğerim Y.D., 2012 yılında hemen her hafta bir yazışma grubumuza Heinz Janisch’in Kral ile Deniz’inden (6-9 yaş) bir öykücük yolladı. Kitapta dünyanın saltanatını pek de sallamadığı kralla yağmur, trompet, yorgunluk vb.ne ilişkin “21 kısacık öykü” yer alıyor. Kitaptaki öyküler bitince Y.D. ile birbirimize göz kırptık, toplamda 16 öykücüğü dönüşümlü olarak tamamladık ve yazışma ekibine göndermeye devam ettik. Sene sonunda öncelikle Janisch’in öykülerini, sonrasında Y.D. ve benim öykülerimizi bir kitapçık olarak bastık ve bu gruptaki arkadaşlarımıza yılbaşında hediye ettik. Sonrasında kim bilir ne öyküler biriktirdik. 
 
 
İsmail Uyaroğlu’nun Çocuk ve Şiir kitabı, çocukluğumdan hatırladığım ilk şiir kitabı. Tahminimce ablama alınmıştır ve evde sıkıntıdan okumayı söktüğüm vakitlerde ilk okuduğum kitaplardan olmuştur. Kitap 1978’de Türk Dil Kurumu Ödülü almış, bendeki (tabi ki yıllar önce iç ettim kitabı) baskı 1981 yılına ait ve 3. basım. Kitabı ne zaman okusam şiirleri ezbere bildiğimi fark ediyorum, gözümü bu kitapla açmış gibiyim. Her şiirini, her resmini (Osman Kehri çizmiş) ayrı seviyorum. Kitap halen idefix ve Nadir Kitap’ta bulunuyor, sanırım son baskı 2005’te yapılmış. Nefes alma ihtiyacı duydukça dönüp dönüp okuduğum temizlikte bir kitap.
 
 
 
-Çocuk ve Şiir şiiri için yapılan çizimde matematiğin temelini öğrenmişim, satır boyu toplamayla-
 
Yine Y.D.’nin (bazen bütün kitaplarımı onun aldığından kuşkulanıyorum) hediyesi Laura S. Matthews’ın Balık (4-6. sınıflar) kitabı, savaşta zorlu bir yolculuk yapan çocuk ve ailesinin burun sızlatıp umutla gülümseten öyküsünü anlatıyor. 2013 Aralık’ta 13. baskısı ulaşmış bana, Günışığı’nda 22. baskısını görmek çok güzel. I.A. okumazsa da, Z.G.A. okumalı mutlaka.
 
Kitaba ulaşmak ne kadar mümkün olur bilmiyorum ama Mojica Podgoršek’in yazıp Mojca Sekulic Fo’nun resimlediği The Best Birthday Present Ever’ı anmadan geçmek istemedim. Kısa Piran ziyaretinde pazardan aldığım iki kitaptan birisi. Sevgili Alex, 7. yaş gününü ailesinden ve diğer penguen arkadaşlarından yine uzakta ve buruk geçirmeye hazırlanırken, yaşadığı hayvanat bahçesi görevlisi ve diğer hayvan arkadaşlarının muhteşem sürprizi ile heyecanlanıyor, coşuyor. Ve Alex’in macerası tam da olmasını isteyeceğim şekilde sonlanıyor. Keşke bir yayın evimiz kitaba ve yayıncısı Lepa Beseda’ya ulaşsa da Türkçe’ye çevrilse, bu güzel kitap.
 
 
Bu liste sebebiyle Nicola Davies’in Kaka (8-11 yaş) kitabını yeniden okuyup çok eğlendim. “İsmi Lazım Değil”in Doğal Tarihi alt başlığına sahip olan kitap, Can Çocuk’un Meraklı Kitaplar dizisinde yer alıyor. Türlü çeşitte hayvanların kakalarını, kakaları üzerinden beslenme alışkanlıklarını, doğadaki kaka döngüsünü hem anlatımıyla hem de Neal Layton’ın eğlenceli resimleriyle aktarıyor. Nicola Davies’in Türkçe’de yayınlanmış başka kitaplarına ulaşamadım ama İngilizce kitaplarının bir kısmına idefix’ten e-kitap olarak ulaşılabiliyor (pöf). Neal Layton’ın yazdığı ve/veya çizdiği kitaplar da yine e-kitap ve İngilizce olarak idefix’te mevcut.
Paule du Bouchet’in Şarkı Söyle Luna’sı (10-12 yaş), 2. Dünya Savaşı’nda Yahudi bir ailenin kızı Luna’nın Varşova’daki hayatını anlatıyor. Can Çocuk’tan çıkan bu harika kitabın kapağında 10-12 yaş dese de, bu kitabı 10 yaşımdan biraz daha ileri bir yaşta okumayı tercih edeceğimi düşünüyorum. Ama yine de anmadan geçmek istemedim.
 
Selçuk Demirel’in kedilerini, Alfabe’sini ve diğer çizimlerini de çok severim ama Mumuk’u alıp sarıp sarmalayasım geliyor, Mumuk’un gözleri bana mutluluk veriyor. Henüz sadece Mumuk Harfleri Öğreniyor’u okudum, Mumuk Oyuncakçıda ve Mumuk Fotoğraflarda’yı okumak için sabırsızlanıyorum.
 
 
Yazıyı yazmaya başlayıp da aylar boyunca bitiremeyince listeye yeni okumalar da ekleniyor. Aslı Der’i daha önce hiç okumamıştım. Günışığı’nın yayınladığı Küçük Cadı Şeroks (4-6. sınıflar), hem yazarın ilk kitabıymış hem de tanışma kitabımız oldu (bendeki kopyası 29. baskı). İçinde harika masallar barındıran bir kitap. Şeroks, 3 kitaplık bir dizi. Büyük Tuzak ve Barış Odaları okuma listemde heyecan uyandırıyor.
 
Ecnebi illerinde müze/tarihi yer gezdikten sonra öle bayıla gezindiğim müze mağazalarında, o yeri/bölgeyi/tarihi/sergiye konu sanatçıyı anlatan çocuk kitaplarını bulunca çok mutlu oluyorum. Türkiye’de daha önce denk gelmemiştim, Göreme Açık Hava Müzesi’nin mağazasında Koray Avcı Çakman’ın Esrarengiz Testi (6-9 yaş) kitabı ile Türkçe’de de böyle eğlenceli ve öğretici kitaplar olduğunu öğrenmiş oldum. Kitapta 4 kuzen (Kafadar Kuzenler) ve aileleri, çok da bizden bir geleneksellik-modernlik karışımında; gerçekçi aile yapısında eğlenceli bir macera eşliğinde Kapadokya’da bizleri gezdiriyor. Kafadar Kuzenler’in yine Kırmızı Kedi tarafından yayınlanan Yassıhöyük (Midas’ın Peşinde), Efes (Efes’in Sırları) ve Antalya (Gizemli Olimpos) maceralarını da aynı zevkle okuyacağımı düşünüyorum.
 
Sevim Ak’ın sevgili Toto’su, Behiç Ak’ın çizimleriyle yanakları sıkıştırmalık bir oğlan çocuğu.  Meraklı, yaratıcı, “ele avuca sığmama” eyleminin başarılı bir uygulayıcısı. Toto ve Şemsiyesi ile Toto’nun Sınıfı (8-10 yaş), pek çok Toto serüvenini bir araya getiriyor. Keşke daha çok macerasını okuma fırsatımız olsa.
 
Shaun Tan’ın bu yazıya dâhil olması durumunu bir süre düşündüm. Kitaplarının hangi yaş grubundaki bir çocuğa hitap edebileceğini bilemedim. Shaun Tan kitaplarıyla, kitapçılarda çocuk kitapları bölümünde karşılaşsam da okurken sıkça hissedilen karamsarlık duygusunu ne zaman çocuk zihinlerine sürmek gerektiği/sürülebileceği konusunda bir fikrim yok. Yazar, bizde çocuk kitapları raflarını süsleyen kitaplarını “resimli kitap” olarak tanımlıyor ve özellikle “çocuk kitabı olarak tanımlamadığını” belirtiyor. Sanırım kitapları Türkçe’de basan yayınevleri, satışa sunan kitapçıları bu konuda bilgilendirmiyor; kitapçılar da kitaplardaki muhteşem resimleri görünce yerleştirmek için hemen çocuk kitapları bölümüne yöneliyorlar. Beş Shaun Tan kitabı edinmişim: El Arbol Rojo (Türkçe’de Kızıl Ağaç –İspoş arkadaş hediyesi), El Visor (İspoş arkadaş ziyaretinde kitapçıda üzerine atlanmış, sanırım Türkçe çevirisi yok), Kayıp Şey, Rules of Summer (Türkçe’ye Asla Neden Diye Sorma diye çevrilmiş (??)) ve Taşradan Öyküler. Hepsi için çocukların 10+ yaşlarında okumasının daha iyi olacağını düşündüğüm harika kitaplar.

Çocukluğumda gerekçesini hatırlamadığım bir günlük karakter değiştirme halim vardı. Köylü kız, balerin ve menekşe hatırladığım karakterlerim. İsmi değişiyordu da, davranışı değişmiyordu hatırladığım kadarıyla o günkü karakterimin. Yetişkinlere bir nevi eğlence sunuyormuşum; “Bugün adın ne?” diye sorduklarını hatırlıyorum. Hacer Kılcıoğlu’nun kahramanı Çiçek ise Bugün Adım Kaktüs Benim’de (4-6. sınıflar), o günkü ruh haline göre Çiçek olmak yerine Papatya, Hanımeli, Nergis vb. oluyor. Büyümek için çok acelesi var, her gün heyecanla yüzünde bir sivilcenin baş vermesini bekliyor. Bir yandan da, aslında çok sevdiği yeni doğmuş kardeşinin hayatına getirdiği tatlı kıskançlıkları sindirmeye. Arada hap bilgileriyle öğretici, su gibi akıp giden bir kitap. Jean Giono’nun Ağaç Diken Adam’ı, çocuk kitabı olmamakla birlikte her yaş grubunun okuduğunda içinde umudu hissedeceği bir kitap. Doğaya, doğanın cömertliğine olan umut bir yana; bir insanın koşulsuzca insanlığa verebileceği hazineyi anlatan bir öykü.
 
Sylvia Plath’in Kiraz Hanım’ın Mutfağı (6-10 yaş (??)) ve Sorun Yaratmayan Kıyafet (10-14 yaş) kitaplarının dışında başka çocuk kitaplarını araştırmak istediğimde İngilizce’de bu iki öykü ve The Bed Book (Yatak Kitabı) öykülerinin farklı zamanlarda kimi zaman öykünün ismiyle, kimi zaman toplu öyküler adıyla farklı kombinasyonlarda basıldığını gördüm. İmge Kitabevi Yayınları’ndan çıkan Sorun Yaratmayan Kıyafet’te David Roberts’ın çizimleri ile Yatak Kitabı (şiir-öykü) ve Sorun Yaratmayan Kıyafet öyküsünün yanı sıra, Kırmızı Kedi’nin Kiraz Hanım’ın Mutfağı kitabına adını veren öykü, Bayan Şeri’nin Mutfağı adıyla yer alıyor. Aynı öyküler Kırmızı Kedi baskısında Yatak Kitabı, “Hiç Önemi Yok” Elbisesi ve Kiraz Hanım’ın mutfağı isimleriyle bizi bekliyor. “The It Doesn't Matter Suit” için bu çeviri sanki daha uygun gibi. Resimler yine David Roberts’ın orijinal çizimleri olarak kitapta yer bulmuş ancak yerleşimde sayfalar daha bonkör kullanıldığı için çizimlerdeki ayrıntılar göze daha hoş geliyor. Her iki çeviri de güzel, üç öykü de sıcacık. Bu yazı vesilesiyle İmge baskısını 2009’da, Kırmızı Kedi baskısını 2015’te aldığım iki kitabın aynı öykülerin çevirilerini kapsadığını ancak bugün görmüş olmam; unutmakta çok başarılı olduğum kitaplar için iki satır yazmanın ne gibi faydalar sağlayabileceğini bana öğretir, umarım.
 
Yazının bu bölümü de tamam olsun. Sevdiğim çocuk serilerini de bir vakit yazabilmenin hayalini kurayım.
 



19 Ağustos 2017 Cumartesi

Çocukla Çocuk Olmak


Kıymetlim Z.G.A. okumam için bana Şiirsel Taş’ın Sekoyana’nın Kapıları kitabını getirdi. Yüzsüz bir şekilde “bana mı hediye ediyorsun?” demiş olsam da, okumam için getirdiğini öğrenip iç çektim. Benden, ona masal kitapları önermemi istedi, yakın gelecekte kavuşacağı yavrusu için biraz da. Masal kitabından çok, çocuk kitaplarımı yeni kitaplığa taşınma vesilesiyle gözden geçirip ona bir liste iletmem hususunda anlaştık. Kitaplarımı ferah yeni yuvalarına taşırken obsesif listemde işaretledim ancak işaretlerken hangi kitabın hangi yaşa uygun olduğu konusunda fikir sahibi olmadığımı fark ettim. Ve kurcalamaya karar verdim. (Sekoyana’nın Kapıları 12+ imiş ve de çok güzel bir kitapmış.)

Masal ile ilgili hatırlatma: Melek Özlem Sezer’in Masallar ve Toplumsal Cinsiyet kitabı. Ebeveynlerin kendileri ve yavruları için ne tür masallarla mesafeli durmalarının faydalı olacağını gösteren bir rehber olarak değerlendirilebilir.

Listemde işaretlediğim kitaplar, kitaplığımda yer alıp sevgiyle andığım çocuk-ilk gençlik kitapları. Farklı kaynaklardan denk gelip edindiğim kitaplar olsalar da, bir kısmında pek sevgili Görkem Yeltan’ın güzel tanıtımlarının izi vardır. Yaş/sınıf bilgileri’ni kimi kitapta yayınevinin websitesi’nden, kimi kitaplarda farklı kaynaklardan buldum (eğer kitapta bu bilgiye yer verilmemişse). Ve okuduğum hemen her kitapta olduğu gibi, çoğunu unuttuğum kitapları sayfalarını karıştırarak hatırlamaya çalışıyorum. Düz bir liste de verebilirmişim, bu bağlamda. “Laf kalabalığı” deniyor, bu yaptığıma.

***

Angela Nanetti ile ilk tanışmamız DedemBir Kiraz Ağacı (4-6. Sınıflar) ile olmuştu. Sonrasında okudum KuyrukluYıldız Eken Adam’ı. Enfes bir aile hikâyesi; hem de çok sevdiğim, geleneksel aile kurgularına dil çıkartıp, kalıpları yerinden oynatan bir hikâye. Günışığı “tüm lise sınıfları” demiş ama keşke daha öncesinde çocuklara ailenin farklı formlarda da bir araya gelip bütün olabilen bir topluluk olduğunu öğretebilsek. Sanırım bu kitabı çocuklardan çok, kadın arkadaşlarıma hediye ettim. İçten içe daha genç çocuklar için uygun değerlendirmemiş olabilir miyim? Fena.

Obsesif listelerimden bir diğeri, Behiç Ak kitaplarıyla 1993’te Ben Yapmadım Öğretmenim ile tanıştığımı söylüyor ve kitaba dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Üniversitedeyken Yıldızların Tembelliği’ni okumuş, Kocaeli Şehir Tiyatrosu’nda Ayrılık’ı izlemiş ve her ikisine de bayılmıştım. Behiç Ak’ın birbirinden güzel çizimleriyle bezeli kapakları, kitapçılara girdiğimde beni Günışığı standına çağırıyor olsa da kontrollü gidiyorum. Şu ana kadar Galata’nın Tembel Martısı, Vapurları Seven Çocuk ve Alaaddin’in Geveze Su Boruları’nı (2-4. Sınıflar) okudum. Takip eden yıllarda tadını çıkara çıkara diğer kitaplarını da okumayı umut ediyorum. Bu kitaplar hep mahalleli olma zamanlarıma götürüyor beni. Behiç Ak, başımızdan eksik olmasın.


Bibi Dumon Tak, Kır Kurdu Kitap Kurdu’nda (ecnebi bir sitede 10+, bir dolap kitap’ta 8+) bildiğimiz ve bilmediğimiz hayvanları tatlı tatlı anlatıyor. Osurgan böceği, boynuzgaga kuşu ve daha pek çok irili ufaklı canlı, sade ve güzel çizimleri ile bir araya gelmiş.

Burcu Aktaş’ı Radikal Kitap’tan az çok biliyordum. Çarpık Ev (9+) yayınlanmadan önce beklemeye başlamıştım, okuyunca da beğenmiştim ama nedense daha fazla şey (o şey her neyse) bekliyordum. Sonra o “her neyse”yi Durmayalım Düşeriz’de (9+) buldum. Tatlı çocuk macerasında aradığım duygusallık Yokuşpaşa’da beni bekliyormuş, meğer.

İyi Geceler Julia (10+), Carles Sala i Vila’nın tatlı acıklı romanı. Julia’nın hastanede tedavi olurken geçirdiği zorlu ve sıkıcı süreçte, yastığı Pofuduk’la yaşadığı maceralar, ailesi, arkadaşı Bruno ve hastane görevlileri ile ilişkileri kitabın sayfalarında akıyor. Yazarın, Can Çocuk’tan bir de Cornelius ve İmkânsızlar Ambarı isimli kitabı yayınlanmış ve kitabı Sedat Girgin resimlemiş.

Etgar Keret’le Wristcutters: A Love Story vesilesiyle tanışmıştım. Sonrasında sadece Nimrod Çıldırışları’nı okumuş olmamı, kendime hem tembellik hem de sıra gelmemesi ile açıklayabiliyorum. Kimi yazarlarda ne yazarlarsa bayılacağıma dair bir önyargım oluyor ve kitaplarını hep çikolatanın dolapta cimrice saklanan son parçası gibi erteliyorum. 1 ay kadar önce, Y.D.’ciğime karne hediyesi olarak Yekta Kopan’ın Burun ve Burun Tatilde (4-7 yaş) kitaplarını ararken, Uzun Yeleli Kediçocuk (6+),  ile karşılaştım. Kitaplığımın okunmayanlar kısmını eritme azmimi genelde çocuk kitapları ile esnetebiliyorum. Canı sıkılmasın diye yanına Şebnem İşigüzel’in Bir Puding Hikâyesi’ni de ekleyip eve ulaşır ulaşmaz o sırada okumakta olduğum Middlesex’e ara verip Uzun Yeleli Kediçocuk ile tanıştım. Babasının yoğunluğu sebebiyle düşük surat başlayan öykü, Habakuk’la karşılaşınca eğlenceli bir hal alıyor. Bazen Habakuk’la karşılaşsam, defterinde beni nasıl anlatırdı diye düşünüyorum.


Yeri gelmişken Bir Puding Hikâyesi’nden de (kitap sırtında 5-7 yaş yazıyor olmakla birlikte 7-9 yaş ve 6-10 yaş gibi bilgiler internette dolaşıyor) bahsedeyim. Tam olarak süslü kapağına vuruldum (İpek Konak çizmiş) ve de Şebnem İşigüzel’den bir çocuk kitabı nasıl olur diye merak ettim. İyi ki de merak etmişim. Kitabın kahramanı ve anlatıcısının, komşusu Bay Bukalemun’a türlü oyunlar çevirmesini takip ederken sürprizli bir sonla bitti kitap. Bence her çocuğa güzel kalemler ve defterler sağlanmalı.

Yakın zamanda okunmuş kitapları yazmak ne kadar güzelmiş. Y.D.ciğimin hediyesi Benim Adım Hiç Kimse’de (9+), Frank Cottrell Boyce gerçek bir olaydan esinlendiği kurmaca bir göçmen hikâyesi anlatıyor. Birbirinden farklı kültürlerde insanların birbirlerine yaklaşabileceği en uygun yaşların en küçük yaşlar olduğuna dair bir öykü. Yaşlarımız ilerleyip konfor alanlarımız genişledikçe, aklımıza mukayyet olmadığımız durumda insanlıktan ve evrensellikten uzaklaşmak an meselesi. Kitap 2012’de Guardian Çocuk EdebiyatıÖdülü’nü almış. Boyce, sonsözde göçmen politikalarının katılığını pas geçmiyor.

“Ülkemin (İngiltere) iltica politikası ya da Moğolistan ile olan ilişkileri hakkında fazla bilgiye sahip değilim. Bootle gibi az nüfuslu ve kültürel olarak gelişmemiş bir yere böyle gönlü zengin ve harikulade misafirlerin kabul edilmemesinin karmaşık bir sebebi vardır belki. Ama bildiğim bir şey varsa, o da gecenin bir yarısı çocukların yataklarından kaldırılıp götürülmesini normal karşılayan bir ülkenin gelişmiş kabul edilemeyeceği.”
Görkem Yeltan’ı TV’de nadiren görmüş –onun TV’de olduğu dönemlerde leyli okullardaydım-, Radikal Kitap’ta Kaborüko ile kendisini takip etmeye başlamıştım. Sadece Türkçe’de yayınlanan çocuk kitaplarıyla yetinmeyip farklı ülkelerde/dillerde basılmış kitaplarla da selamlaşmamı sağladı, yazılar boyu. Kaborüko ne zaman Çikolata’ya dönüştü bilmiyorum, belki de ben ecnebi illerindeyken, kaçırmışım o noktayı. Ne güzel ki arşive buradan ulaşmak mümkün.  Kabarüko tanışlığından epey sonra okumaya başladım kitaplarını. Sanırım ilk kitabı olan Kırmızı’nın Mektupları ve Kaplumbağa ile Eşek kalmış, henüz erişip de okuyamadığım. Okuduğum kitaplarından en sevdiklerimi kısaca aktaracağım, hiçbirinin büyülü dünyasını aktarmam olası değil.

Haliçten Bulutlar Geçerken (9+), burun sızlatanım. Sedat Girgin kapaklı Doğan Egmont baskısından sonra, yakınlarda Kırmızı Kedi Çocuk’tan Sadi Tekin resimleriyle yeniden yayınlandı. Yeni yayının şerefine, yeni resimlerle bir kez daha okudum. Rojin, burnumda sızlayan yeri hatırlattı. Mehmet Güreli’nin çizimleriyle süslü Korkusuz Meles (9+), okurken çok ama çok eğlendiğim Karabiber, Nilü ve Çiçi (6-10 yaş), en sevdiğim eski mahalle hissiyatlı Bez Ayakkabılılar (6-10 yaş), öyküsüne ve resimlerine bayıldığım Yapraklı Pelerin (6-10 yaş), romantik Bademden Kar  (6-10 yaş) ve hep devamının gelmesini dileyeceğim Buyaka Çocuk Evi serisi (Tinimini Tehlikede!, Pamuklu Bir Macera, Endişeli Bulutlar Arasında) (8+) şimdilik en sevdiğim Görkem Yeltan kitapları. Yine “şimdilik” en sevdiğim Görkem Yeltan filmi de Yemekteydik ve Karar Verdim. Ne güzel kadınsın.

Büyüklü küçüklü kitaplık raflarımda G’ye kadar gelebildim. Z.G.A. yavrulamadan ilk bölümü tamamlamış olayım.

14 Ağustos 2016 Pazar

Girit

2015’te fena gezmedim. Merak ettiğim, görmek istediğim ve de hiç aklımda olmayan yerler gördüm. Seyahatler sonrasında hep yazmak istedim ancak her seferinde bir şey oldu. Sürekli bir şeyler oluyor ve o kadar çok şey oluyor ki, parmak oynatmaya bile erindiğim moral çöküşünün neden kaynaklandığını birkaç hafta içerisinde unutuyorum. Son seyahat sonrası çöküşün sebebini hatırlamaya devam ediyorum ve ömrüm boyunca hatırlayacağım.
 
Yıllardır nedensiz bir “Girit de Girit!” tutturması halindeydim. Ama hep çok uzak geliyordu ve tatil süresi yetersiz geliyordu (adanın tamamını gezmesem noksan yazarlar çünkü). Temmuz bayramı ideal zaman dilimini yarattı ve planımızı yaptık. En başarısız tatil planlarımdan birisi oldu. Hem çok vakit ayıramadım yolculuk öncesi çalışmaya, hem de sanırım doğru kaynaklara ulaşamadım.
 
Yönümüzü Girit’e dönmeye karar verdiğimizde THY’nin tatlı bir sürprizi ile karşılaştık ve sabah 06.10’da aktarmasız Ankara-Atina uçuşu ile harika bir zaman kazancımız olacak şekilde biletlerimizi aldık, beyimle. Ve fakat THY yine şaşırtmadı ve bu uçuşu tatile birkaç hafta kala iptal etti ve İstanbul aktarmasına mahkum etti bizi. THY’ye güvenerek Atina sonrası Girit biletimizi Agean Airlines’tan aldığımız ve uçağa yetişmemiz gerektiği için bir gece önce Atina’ya uçmamız ve bir gece fazla konaklamamız gerekti. THY, sağ olsun, benim ve pek çok yolcunun valizlerini İstanbul’dan Atina’ya getirememesiyle kendisine olan sevgimi bir kez daha çoğalttı.
 
Atina havaalanında iki adet firma kayıp valizle ilgileniyor. THY’nin (ve yanlış hatırlamıyorsam diğer Star Alliance firmalarının) yolcularıyla ilgilenen bankonun önünde 2 saat bekledikten sonra kayıp bildirimini yapabildim. Görevli, İstanbul-Atina uçuşlarında sıklıkla valiz problemi yaşandığını söyledi, ben de el çantama yedek eşya almadığım için kendi kendimi azarlamakla yetindim. Ertesi sabah Girit uçağı öncesinde –o vakte kadar İstanbul’dan 2 uçak daha gelmiş olmasına rağmen-valizimle kavuşabildim.
 
Uçuş iptali sebebiyle hava alanına yaklaşık 4 km mesafedeki Apartments Tina’da konakladık. Birkaç saatlik uyku için minimal konfor beklentisi içinde ulaştık ama mekan beklentimin üzerinde temiz ve konforlu çıktı. Pansiyon, hiçliğin ortasında olmakla birlikte havaalanından/havaalanına transfer sağladığı için fiyat performans bazında havaalanındaki otele kıyasla çok daha uygun. (havaalanı, havaalanı, havaalanı)
 
Atina-Heraklion (Girit) uçuşu, güzel manzaralı uçuş. Sürekli olarak bir takım adaların üzerinden uçtuk ve bu adaların nereler olduğu hakkında hiç fikrim yok. Heraklion’da kalacağımız otel, havaalanından otele yolun 13 € tutacağını söyledi. Mercedes’li taksici 10 € aldı bizden, yine bir çok sevesim geldi milleti. Iraklion Oteli’ne eşyalarımızı atıp, taze kavuşmuş olduğum valizimden temiz kostümlerimi giymek suretiyle kendimizi dışarı attık.
 
2015’te Roma çıkartması öncesi O.C.O.’nun yönlendirmesiyle tanıştığımız Triposo pek çok yerde hayat kurtarmıştı. Yola çıkmadan önce nasıl becerdiysem Bourdain’in parmaklarını yaladığı  Pantheon Restaurant’ı, Triposo’da Heraklion’un sanayi bölgesine yakın bir yerde işaretlemeyi başarmışım. Bu sayede, tam da öğle sıcağında, Heraklion’u bir uçtan diğer uca kat etmek ve restoranı bulamamak suretiyle, beyimin sanırım foursquare marifetiyle bulduğu Peskesi’ye ulaştık. Girit genelinde restoran tabelaları ya otantik ya da kreatif Girit mutfağını işaret ediyordu. Peskesi 2014’te açılmış ve havalı bir restoran olmasına rağmen otantik etiketindeydi. Gözümüz dönmüş bir şekilde pek çok şey sipariş etmeye meyilliyken, sevgili garsonun yönlendirmeleriyle daha az çeşitle doyacağımıza ikna olduk. Kuru arpa ekmeği ile yapılan Dakos ve salata siparişimiz, garsonumuzun salatada zaten Dakos ekmeği bulunduğunu söyleyerek muhalefet etmesiyle sadece salata ve Löplöpçüler’in anlata anlata bitiremediği tavşan olarak nihayetlendi. Önden “bizimki alıştığınızdan farklıdır” diyerek getirdiği cacık (salatalık yerine semizotu ile yapılmıştı) ve ekmek banmaya doyamadığımız yağları ikram edildi.
 
 
-Peskesi-
 
Yemek sonrasında, üzümle birlikte üzerine soğuk elma püresi gezdirdikleri tatlı bir peksimet üzerinde peynir kreması ve gülle tatlandırılmış rakı ikram ettiler. Girit’te uzodan farklı bir rakı daha bulunuyor. Sade haliyle koklamaya dahi yanaşamadığım, grappa sertliğinde bir digestive. Kaldığımız hemen her otelde, gittiğimiz restoranlarda yemekten sonra küçük bir şişe ikram edildi. Kimisi sadeydi, hiç yanaşamadım. Güllü, ballı ve yanlış hatırlamıyorsam çilekli olanları gayet başarılıydı. Her yemeği uzun uzun anlatan garsonumuz, son olarak mantinada’larımızı getirdi. Şeker hamuruyla rulo olarak tutturulmuş küçük bir kağıtta yazan maniyi önce Yunanca, ardından İngilizce olarak bize okudu. Karnımız tok, geleceğimiz kulağımıza üflenmiş bir şekilde Peskesi ile vedalaştık.
 
 
-Mantinada-
 
M.Ö. tatil öncesi “Heraklion çok çirkin bir yer, hiç kalmayın orada,” demiş olsa da benim beceriksiz planlamam ve Atina’dan Heraklion’a uçmamız sebebiyle ilk ve son günümüzü Heraklion’da geçirdik. Hemen her yanı mağazalar ve restoranlarla dolu şehir merkezinin pek bir otantikliği yoktu. Yorgunluktan gezmeyi gözümüz yemediği için arkeoloji müzesini son günümüze attık, Kazancakis müzesini pas geçtik. Akşam yalan dolan bir balıkçıda yemek yedikten sonra ziyarete kapalı olan kaleyi tavaf edip, yerlerdeki çekirdek kabuklarıyla memleketimizi anmak suretiyle Venedik duvarlarının/kemerlerinin civarında dolandık ve bayılmak üzere otelimize ulaştık.
 
 
-Çitlekçilik-
 
Adadaki ikinci günümüzde – Cumartesi- öğlene doğru araç kiralamacıyla önceden yazıştığımız üzere otelde buluştuk. Gelen görevli bize uzun uzun bir takım hadiseler ve sigorta işlerini anlattıktan sonra, yazışıp anlaşmış olduğumuz miktara ek olarak; ya kredi kartımızdan 1000 avro civarında bir bloke konulması ya da paşa paşa günlük ekstra 10+ avro ödememiz gerektiğini söyledi. Bloke durumunda hiçbir zarar vermezsek araca 30-40 gün içerisinde blokeyi kaldıracaklarını, 10+ seçeneğinde arabanın üzerine işeyip yakabileceğimizi söyledi özetle. Düşündük, taşındık ve 10+ ile lanet olsun diyerek tokalaştık görevliyle. Araçla geldiğini sanıyorduk ancak araç, adamla vedalaştıktan bir süre sonra geldi. Böylelikle hem planlanandan daha saçma bir rakam ödedik, hem de 1 saatimizi yedik. Gitmeden önce çok hoş sohbet yazıştığımız sevgili Caravel’e tatil dönüşü hayal kırıklığıma ilişkin elektronik bir mektup döşendim ve inanılmaz bir şekilde yanıt almadım.
 
“Neyse araba da tertemizmiş!” avunmalarıyla batıya, Rethimno’ya devam ettik. Buradaki otelimiz Barbara Studios’a web üzerinden vurulduğum için iki günlük rezervasyonumuz vardı. Otelde bizi sevgili Panos kardeşim karşıladı. Kardeşim. Öncelikle ücretsiz park yerini tarif ederek arabayı başka yere park ettirdi. Ardından kendisinin hazırladığı “old city” haritasını vererek rehberlik faaliyetleriyle devam etti.
 

-Panos'un Haritası-
 
Pek kıymetli eşimle seyahatlerimizin odak noktası yemek olduğu için öğle saatlerinin feci yakıcılığında Löplöpçüler ve başka kaynaklardan öğrendiğimiz Avli’ye yollandık. Milimetrik hata ile Avli’nin küçük kardeşi Raki ba Raki’da yemeğe gömülüp, üzerine irmik helvamızı yemek suretiyle otele döndük.
 
 
-Raki Ba Raki-
Rethimno, denizlik değil ama konaklamalık ve yiyip içmelik bir yer. Otelden kostüm değişikliği ile yürüyerek ulaştığımız plajın çok bir olayı yok. Deniz, bir Antalya olmasa da serinletmeyen bir ılıklıkta. Plaj civarı kesinlikle bakir değil. Minik ada geçmişimizdeki Midilli ve Sakız plajlarından pahalı ama suya girdik mi, girdik. Akşam, Panos’un haritasındaki mezecilerden Asikoko’da yemeğimizi yedik. Kalabalık ve de turistik sokaklarda dolana dolana kendimizi otele attık.
 
Pazar sabahı, kahvaltı sonrası Municipal Center ofContemporary Art’ta Borders/Crossroads sergisine gittik. Almanya maceramda hiçliğin ortasında Marilyn Monroe sergisine gittiğimden bu yana Avrupa köy ve kasabalarındaki müze ve sergilerin varlığına hayranlık duyuyorum. 2015’te Midilli’de, Molyvos’ta The Municipal ArtGallery of Mithymna’nın güzelliğine denk gelmiş olduğumuz için Rethimno’yu araştırırken bu mekanı gördüğümde notumu almıştım. Göçmen temalı ve böylesine özenli bir içerikli sergiye denk gelmemiz –izlediğimiz/gördüğümüz olayların keskinliği bir yana- çok kıymetli.
 
 
- Odysseia / Antoine D'agata-
 
Adada yönetsel bölgeler, dikdörtgen olarak ele alınabilecek karada dikey dilimlere ayrılmış durumda.
 
 
- Bölgeler, bölgelerimiz..-
 
Sakız ganimeti 777 Greek Islands kitabının Girit bölümünde iç geçirten Preveli plajı, Rethimno sınırlarında ama adanın tam güneyinde. Sergi sonrasında göçümüzü toplayıp güneye doğru yola koyulduk, pek tabi Panos’tan yol yordam öğrendikten sonra. Adanın kuzeyinde nispeten iyi bir otoban var, National Road. Takip eden günlerde güney versiyonunu da gördük. Doğru çıkışı yakalamazsanız manasız sevimsiz betonarme ve nadiren manalı sevimli köylerden geçerek güneye ulaşıyorsunuz. Sürekli olarak hız limitleri değişiyor -60 km’ye kadar düşüyor-. Halen sistemi tam kavradığımızdan emin değilim, henüz kameralara el sallayan bir fotomuz eve ulaşmadı.
 
Preveli’ye giderken ilk başta sevimsiz yerleşim birimlerini geçtikten sonra enfes bir vadiye çıktık. Dolana dolana bir park yerine ulaşıp aracı bıraktık ve 400-500 adet pek tatlı basamağı inerek Preveli’ye ulaştık.
 
 
-Preveli-
Fotoğrafım, mekanı ifade etmeye yetmiyor. Kelebekler Vadisi gibi, kara yoluyla ulaşımın olmadığı bir yer. Bir adet işletmeci yeme içme sağlıyor ama konaklamak için herhangi bir altyapı yok. Geçmişin hippi mekanlarındanmış, temsilcilerine de rastladık. Deniz harika ve fakat adanın genelinde olduğu gibi kalabalık. Hissiyat için bir web fotosu koymakta sakınca yok. Vadi boyunca yürümek mümkün ama biz sıcak sebebiyle biraz intro yapıp dönüşe geçtik. Basamakları tırmanırken sanırım son 30 yılda yanmadığım kadar yandım –soyulmalar devam ediyor-.
 
 
-Preveli (elalem ne fotolar çekiyor)-
Preveli'nin yakınında bir koy olan Plakias’ın da denizi ve cin toniğinden eksik kalmayarak Rethimno’ya döndük.
 
 
-Plakias-
Sabah otelden ayrılmadan önce Panos’tan öz hakiki Avli’ye rezervasyon yaptırmasını rica etmiştik. Kardeşim Panos, “emin misiniz, orası lüzumsuz pahalıdır?” diye bize uyardı ama tatil şımarıklığımızı buraya sakladığımız için kararlı durduk. Restoranın harika bahçesinde balkon havalı, havada bir yere konuşlandık. Tadım menüsü istedik. Yemeklerin hepsi lezzetli olsa da kadayıfa sarılı neli olduğunu tam çıkartamadığım patlıcan ve yediğim en güzel ahtapot haricinde olağanüstü bir lezzetle buluşmadım o akşam. Tatlı için olan heyecanım, portakal reçelli yoğurt getirmeleriyle yerlerde süründü. Ama romantik mi romantikti, hamurumuzda çok yok, çok hoşuma gitti.
 
Old town’ın hemen sınırındaki parkta lokal lezzetler festivalinde frenk inciri marmeladı, rakı ve lokal şaraplar tadıp pek de bize hitap etmeyen canlı müzik sahnesini tavaf etmek ve harika bir barı ziyaret sonrasında otele ulaştık.
 
Pazartesi sabahı, yüzümüzü Hanya’ya (Chania) döndüğümüzde, canım kardeşim Panos birkaç telefon görüşmesiyle bize, bence Kaleiçi diye ifade etmemde herhangi bir sakınca bulunmayan, Venedik Limanı’nın dibinde bir lokasyonda Hotel Casa di Pietra’yı ayarladı ve batıya doğru yolumuza devam ettik. Otele ulaştıktan sonra yürüme mesafesinde bir plajda yine ılıkça bir suya girdik. Otobüsle bir miktar daha uzakta ve tahminen sahili daha düzgün bir plaj daha bulunuyor. Otobüse binmeye üşendiğimiz ve hasbelkader otele yakın park yeri bulduğumuz için ılık suya razı geldik. Otelin sokağı, barlar ve başka otellerle dolu ve canlıydı.
 
Gün batımında muhteşem sahile 3-5 dakikalık yürüyüşle ulaştık. Adada o ana kadar bulunduğumuz en kalabalık yer olmasına ve “guru gayısıyla ceviz yi diyorum, dinlemiyor” diyerek dolaşan hemşerilerime rağmen, Hanya son derece güzel bir yer.
 

-Hanya-
 
 
-Hanyamız-
 
Sahili birkaç kez turladıktan sonra gitmeden önce adını okumaya çalıştığımız ancak görünce “ha evet, burası” diyebildiğimiz Chrisostomos’ta akşam yemeğimizi yedik. Gayet düzgün ve başarılı bir yerdi. Yemekten sonra sokakları iyice tavaf edip, otelin yan sokağında harika bir bar bulup, Girit’te prosecco bulmanın –ve de İtalya/Almanya fiyatına bulmanın- tatlı sarhoşluğuyla geceyi sonlandırdık.
 
 
 
-Chrisostomos-
 
Sabah yürüyüşümde sahili tavaf edip, biraz da şehrin içine girip, Bourdain’in börekçisini buldum. Ancak börekçi amca arkadaşıyla derin muhabbette olduğu için bölmeye çekinip bougatsa’yı (peynirli çiğ böreğimsi) otelin karşısındaki kafede tüketmek durumunda kaldım.
 
Tatilin kalanını daha az nüfuslu bir yerlerde geçirmek üzere Chania’dan batıya, Falassarna’ya gittik. Deniz enfes görünüyordu, burada kalalım diyerek En Plo’nun, otelcinin iddiasına göre en küçük odasına –ki diğer odaların daha müthiş olduğunu sanmıyorum- araçtan sadece o günü kurtaracak kadar eşya atarak sahile geçtik. Deniz, gerçekten muhteşem bir temizlik, mavilik ve berraklıkta olsa da, nedense lanetimizi de yanımızda gezdirdiğimiz için kumları tokat bombası yapan bir rüzgar altında sahilde bütün gün uçmamayla ve denize girdiğimizde de damladan yapılmış iğnelerle savaşmayla çabaladığımız bir gün geçirdik. Sorduğumuzda, bu mevsimde böyle bir rüzgarla hiç karşılaşmadıklarını söylediler, onore olduk.
 
 
-Falassarna-
Falassarna’da birbirine son derece mesafeli birkaç otel ve villa dışında, ne zaman açık olduklarını kestiremediğim iki market gördüm. Akşamüstü nispeten tepelik bir noktada, şapkamı başıma bağlamadığıma pişman şekilde günü batırıp, En Plo’nun biraz üzerinde kalan Adam’da rüzgarsız ve manzaralı bir yemek yiyebildik. Sabah yürüyüşe kalktığımda rüzgarın hızından bir şey kaybetmediğini görünce, erkenden toparlanıp dillere destan Elafonisi’ye ulaşmak üzere adanın güney batısına doğru yola çıktık. Yolda, Sfinari’de açık bir pansiyona yanaşıp kahvaltı verip vermediklerini sorduk. Hayatımın en unutulmaz kahvaltısını burada ettim. Bir kase bal, bir tabak ballı yoğurt, tereyağı, marmelat ve reçel. Ve en unutulmazı olan siyah çay niyetine vermiş oldukları ballı adaçayı (adaçayı ile ilişkim nefret boyutundadır). Zeytin-peynir ikilisine daha fazla hasret duyamazdım. Bal gerçekten çok lezzetliydi. Alalım diye düşündük ancak bu “tatlı” kahvaltıya adada bir kahvaltıya verilebilecek en fahiş ücreti ödediğimiz için başka bir yereli zengin etmeye karar verdik. Köyden ayrılmadan küçük bir kavanoz bal aldık ve tatil dönüşü denememizde pek de müthiş bir lezzetle karşılaşmadık.
 
 
-Çok tatlıyız!-
 
Saat 09.30 sularında Elafonisi’ye ulaştığımızda 1000+ insan park ediyor, tuvalet sırası bekliyor, sahile yürüyor, denizde yürüyor ve ayakta şezlong sırası bekliyordu! En azından soğuk bir şey içelim diye oturduğumuz 10-15 dakikalık sürede 1000 kişinin daha geldiğini tahmin ediyorum. Gerçekten harika görünen denize girmezsek hayatımızda bir şeyin eksilmeyeceğine karar verip çılgın kalabalıkla vedalaşıp arabaya kendimizi zor attık. Kıymetli eşim, “senin içine sinen bir yer bulana kadar devam edeceğiz,” deme gafletinde bulunduğu için –ben de biraz vicdansız olabilirim- dört buçuk saatlik bir yol sonrasında Matala’ya ulaştık.
 
 
-Matala Plajı-
Matala, biraz da mağaralı koyu sebebiyle zamanında Girit’in bir başka hippi mekanıymış. Halen birkaç hippiye rastlamak mümkün olsa da lokal insandan çok Alman görmüş olabilirim. Önce sahilde bir yerlerde karnımızı doyurduk, sonrasında ilk baktığımız Hotel Sofia’yı uygun bulup eşyalarımızı taşıdık, sonrasında sahile dönüş yaptık. Deniz gayet güzel ama son derece kayalıklı. Bir miktar açıldıktan sonra yeniden ayak basılabilecek yükseltilere denk gelebiliyorsunuz. Plaj işletmesi belediyeye ait, biz öğleden sonra ulaştığımız için bizden ücret talep etmediler. Yiyecek içecek için gördüğüm kadarıyla sahile servis yok ancak kumsalın hemen bitiminde dizili lokantalardan gidip istediğinizi alabiliyorsunuz. İlk defa burada gördüm, engelliler için tekerlekli sandalyeyle kumsala iniş için rampa ve özel olarak ayrılmış beton zeminli özel şemsiyeli yerler mevcut. Çöp ve geri dönüşüm kutuları da ulaşılabilir aralıklarla serpiştirilmiş.
 
Matala Beach Festival biz gitmeden önce gerçekleşmiş. Festival sırasında yollardaki zemin resimleri yenilenmiş. Rengarenk yollarda yürüyorsunuz.
 
-ah ah!-
Akşam yemeğinde Scala’ya gittik. Yeri, manzarası, servisi, lezzeti ile gerçekten 10 numara bir yerdi. Açlıktan biraz gözümüz döndüğü için yemekleri bitiremedik. Porsiyonlar iddialı, bir balık/deniz mahsulü ve 1 meze ideal olabilir, 2 kişi için. Yemek sonrasında bir şeyler içmek için dolandığımızda çoğu yer futbol izleme halinde olduğu için sahildeki Babayaga’da bira molası verdik. Gündüz dolaşmasında pek çok insan olmasına rağmen, gittiğimizde mekanın tek müşterileri olarak rock’lı biralarımızı içip otele döndük.
 
 
-Mirtos-
Sabah güzel bir pastanede kahvaltı ettikten sonra bir miktar daha doğruya gidip güzeller güzeli Mirtos’a ulaştık. Mirtos az haneli, az turistli, enfes denizli. Tabi ki son deniz günümüz olduğu için en güzel denizi o gün bulmamız gerekiyordu. Önce karnımızı doyurduk, ardından birkaç yeri dolaştıktan sonra Mirtos Otel’e yerleştik. Kiralık odaların/dairelerin daha uygun fiyatlı olduğunu düşünmemize/duymamıza rağmen muadillerinden daha uygun fiyatlı ve konforlu bir oda bulduk. Doya doya denize girdikten sonra bol fitbollu bir yemek yedik sahilde. İç kısımda gündüzden gözümüze kestirdiğimiz Platanos’ta enerjimizi sonlandırana kadar harika şarkılar dinledik ve gece yarısından epey sonra, müzik devam ediyor olmasına ve tüm Mirtos halkının dükkanlarını kapatıp mekana akın etmesiyle ortamın iyice şenlenmesine rağmen yalpalaya yalpalaya otele ulaştık.
 
 
-Platanos-
 
Mirtos öyle küçük ki sabah yürüyüşümde kendimi yürümüş hissetmek için aynı sokakları birkaç kez dolanmam gerekti. Otelde kahvaltı ettikten sonra doğuya doğru yol almaya devam ettik. Önce Ierapetra’ya ulaştık. Pek otantik bir havası olmadığı için vakit kaybetmeden yola devam ettik. Sonra Agia Nikolaos’ta bir frappe molası verip, biraz da öğle güneşinde kavrulup Heraklion’a dönüş yoluna koyulduk. Heraklion’a ulaşınca ilk olarak Knossos antik kentine gittik. Adada harcadığımız en lüzumsuz enerji olduğunu söyleyebilirim. Minyon’ların pek önemli tarihi mekanına 1900’lerin başında “giren” Sir Arthur Evans, “bence burası böyledir, şurası şöyledir,” diyerek mevcut yapının üzerine eksik kalanları kondurmaktan kendini alamamış. Betonlar dökülmüş, yamalar yapılmış, duvar resimleri tamamlanmış. Ve burası sergilenen bir yer haline geldiğinde “X mekanının A bölümü orijinaldir, B bölümü Sir’ün estetik değerlerini yansıtır,” minvalinde herhangi bir açıklama konulmamış. “Bu muydu?” ağız tadı kaçmışlığıyla, önce Heraklion merkeze, ardından Archaeological Museum of Heraklion’a ulaştık. Müze, Knossos sonrası iyi gelmiş olsa da gitmesem hayatımda bir şeyler eksik kalır mıydı, emin değilim.
 
 
-Phaistos Disc-
Heraklion’da bu sefer El Greco Hotel’de kaldık. Merkezi olması dışında tek bir olumlu (oda kokusu yerine kirli kül tablası bırakılmış olması vb.) özelliği olmayan otelden kesinlikle uzak durulmalı. Akşam yemeği için Peskesi’ye gittiğimizde yer bulamamız sebebiyle epey dolanıp, hadi burası olsun diye bir yerde orta ayar bir yemek yedikten sonra müthiş otelimize geri döndük.
 
Girit’te tam bir hafta geçirdikten sonra, enfes bir gün geçireceğimiz Atina’ya gitmek üzere Heraklion’dan ayrıldık.
 
Notlar ve özet:
  • Heraklion tam bir zaman kaybı. Hanya’da da havalimanı var. Ulaşımı nasıl bilmiyorum ancak yormayacağını tahmin ediyorum.
  • Dağlarda şarap üreticileri var. Uygun saatte geçmediğimiz için durup yemekli şaraplı molalar veremedik. Ev şarapları, Midilli’de içtiklerimize kıyasla daha az lezzetli olmakla birlikte güzeldi. Şişelenmiş meşhur şaraplarını da denedik ama pek tatmin edici bir sonuca ulaşamadık.
  • Kuzeyde, güney doğunun küçük bir kısmıyla ve doğuda “national road” olarak tabir ettikleri otobanımsı yollar mevcut. Hız limitleri sürekli olarak değişiyor, çok sık kamera var. Tatilden döndükten 20 gün sonra halen ceza gelmemişti ancak adada/Atina’da kredi kartının kopyalandığını fark ettiğimiz için kart iptal edildi. Girit bizi affetsin. Kuzey-güney (güney-kuzey?) doğrultusundaki vadilerden dolayı olabilir, batıda ve güneyde sahil boyunca takip edebileceğini yollar bulunmuyor. İlla ki dağ yollarına ve/veya kuzeydeki “national road”a uğramak gerekiyor. Kısa mesafeler, uzun zamanlar alıyor. Adanın kuzey doğusuna uğramadık, o bölgenin yolu hakkında bilgim yok. Yerel birilerinden bir konumdan diğerine yol almadan önce “national road”un hangi çıkışından dağ yoluna çıkılması gerektiğine dair bilgi almak hayatı güzelleştiriyor.
  • Kimi bölgelerde benzinlikler seyrek yerleşmiş. Çok maceracı olmayıp tedbirli yol almakta fayda var.
  • Daha önce bulunduğum hiçbir yerde aynı çeşit ağacın bu kadar çok sayıda ve bir arada görmemiştim. Falassarna tarafında ilk defa "dağ taş zeytin"le karşılaştım ancak güneye ulaştığımızda, Matala'ya giderken ve Matala-Mirtos yolunda, "dağ taş"tan daha büyük alanlarda zeytin ağaçları gördüm. Uğramadığımız kuzey doğu bölgesinde zeytinyağı üreticileri var. Başka mekanlardan yağ edindik. Zeytinlerde mutluluğu bulamasam da hafif acı zeytinyağları gerçekten çok leziz. Taşımaya değer.
  • Ayvalık ve civarında yediğimiz Girit mezeleri, Girit’teki mezelerden çok daha çeşitli ve lezzetli. Horta’yı sevemedim, ot yemeye çok hevesli olmama rağmen. Girit ezmesi denen şey, Girit’te yok. Buralarda da yemediğim için eksikliğini hissetmedim. Ama etleri, balıkları, deniz mahsulleri her zaman harika.
  • Bir daha gelir miyim? Sanmıyorum. İzmir veya İstanbul’da yaşasam, uzun haftasonları için Hanya’ya yeniden gitmeyi düşünebilirim ama Ankara’dan gidip gelmek güne –THY şaka yapınca gün+geceye- mal oluyor.
  • Yine de sevdim seni, Girit. Sen de bize gel.