5 Eylül 2012 Çarşamba

2012 Yaz Güzelleri

Okumayı olmasa da okuduklarımdan bahsetmeyi biraz aksatmışım. Hazirandan bu yana karşılaştığım güzellerden bahsetmeli biraz.

Mayıs sonunda başladığım Joyce Carol Oates romanı Mudwoman ile haziran ortalarında vedalaşabildim. Aylak bir kitapçı ziyaretimde çocuk kitapları ile oynaşırken kapağındaki rahatsız ediciliğe vurulmuş, her Münih-Ankara seyahatimde el çantamda taşıdığım kitapların ağırlığıyla ağlayan bir insan evladı olmama rağmen akıllanmayıp ciltli (hardcover'ı böyle mi adlandırıyoruz?) kitabı kucağımdaki neşeli kitapların arasına sıkıştırmıştım. J.C. Oates'le Can Gençlik'in kitapları vasıtasıyla tanışmıştık. Sıradan görünen karakterler ve hayatlar bir anda son derece rahatsız edici formlara kavuşuyor veya formlarla tanışıyordu. Rahatsız edicilik düşüncelerle başlıyor, o düşünceler kendi içlerinde sarmal haline gelip olaylara bulaşıyorken ben de iflah olmaz okur olarak bu hastaklı hallerden hastalıklı bir zevk alıyor olmalıydım ki kitapları elimden bırakamıyordum. Mudwoman, biraz acılı başladı. Bir süredir, İngilizce yazan sevdiğim bir yazarın İngilizce basılı bir kitabıyla karşılaşırsam bu dilde okumaya gayret gösteriyorum. Mudwoman'a başladıktan ve çok ağır ilerlediğimi fark ettikten sonra, kitapta yer alan cümleleri değil her bir sözcüğü tek tek okuduğumu fark ettim. Çünkü Oates her bir sözcüğü seçerek, tartarak yazmıştı. Sanırım ilk 100-150 sayfayı okuduktan sonra sözcükten cümle seviyesine geçiş yaptım, bu esnada kendimi yine kitaba kaptırdım ve hafif korkulu bir şaşkınlık ve hayranlıkla kitabı bitirdim. Kitapta öğretim görevlisi bir kadının bugünü, çocukluğu, gençliği, yakın geçmişi kadının kendisi tarafından can yakar bir derinlikte deşiliyor. Mudwoman'ın hayatının çeşitli dönemlerinde, çeşitli kişilerle ve kişilerde, görevlerde yaşadığı tedirginlikler, geliştirdiği saplantılar ve sürüklendiği endişeler son dönemlerde kendisini her kitapa bir karaktere yamamaya çalışan bu bünyenin irili ufaklı sinek ısırıklarını tatlı tatlı kaşıyor.

Haziranın çocuk güzellik yarışması birincisi Alaaddin'in Geveze Su Boruları ile yine çok sevgili Behiç Ak oldu. Fıkır fıkır, cin mi cin, hin mi hin, hüznün kokusunu veren ama neşe ve umuda boğan Behiç Ak kitapları; afakanlar bastı mı ilaç niyetine koşup okuduğum yeni umarım. Hoş, temmuz ayında tanıştığım Sevim Ak'ın Toto karakteri bana çimlerde taklalar attıracak yeni bir arkadaşım olsa da, Behiç Ak kitaplarım şimdilik daha bir yakın bana. Toto ve Şemsiyesi, tanışma vesilemiz oldu ve çok da güzel oldu; bakalım yeni arkadaşımla kim bilir nelere karınlarımızı tuta tuta güleceğiz?

Hurrem'den bir vakit haberdar olup sonrasında unutmuştum. İtiraf etmem gerekiyor ki, kitabın üzerindeki Barış Pirhasan ismi değil, Ceren Oykut'un muhteşem Hurrem çizimi beni kitabı almaya yönlendirdi. Ceren Oykut'un resimleri ile tahminen 2 yıl önce, Radikal Kitap'ta yaz okumalarına ilişkin bir yazıya eşlik eden enfes yaz/tatil çizimleri sayesinde tanış olmuştum. Eh, öykü de bir kedi severi tatmin eder güzellikteydi. Çok güzel oldu Hurrem ile tanışmam da.



Canım Y.D. ile birkaç yıldır eş zamanlı olarak aynı kitapları okumaya çalışıyoruz. Kendisinin müthiş önerisyle her ay birimizin seçtiği kitabı okuduktan sonra okumalarımız hakkında görüşmeyi planlamıştık. Bu görüşmeleri yanlış anımsamıyorsam henüz bir kere gerçekleştirebildik. Ama hemen her ay birimizin seçtiği bir kitabı ikimiz de okumuş olduk; zaman zaman periyodumuz uzayıp kısaldı, zaman zaman da birimiz hızını alamayıp bir sonraki kitabı da seçmiş bulundu. Müge İplikçi'nin Civan'ı temmuz programımızda kitaplıklarımıza katıldı. Geçmiş yıllarda Arkası Yarın, Columbus'un Kadınları, Perende, Transit Yolcular ve Yıkık Kentli Kadınlar'ı okuyup beğenmiş, son olarak Günışığı'nın güzelliklerinden Uçan Salı ile eğlenmiş olduğum için kitapçıda Civan'la karşılaştığımda pek bir heyecanla kitaba atıldım. Hikaye çok olası bir ailede, çok olası bir çevrede, çok olası bir hayat bayıklığı ile başladı. Gençlik aşkları, etnik gruplar ve azınlığa karşıt "çoğunluğun" tepkileri, maddi ileişkiler ile serpildi. Bir yerden sonra her şey çığrından çıktı! Halkın tepkisi şiddet ve sapkınlık seviyelerine ulaşırken -ki bana halen her şey çok olası görünmekteydi- ana olaylar da rayı terk etti. Olayların coşkusu ve havasal bir Münih bunalımının çifte etkisi ile kitabı başladığım gün bitirmiş olsam da ilk sayfalarda hissettiğim beğenim sayfalar ilerledikçe azaldı, son sayfaya geldiğimde "hay allah!" diyebildim. Zaman kaybı diyemem ama beklentim çok yüksekmiş.

Haziran ayı son günlerine yaklaşırken ve yanımda bulunan kitaplarım hızla tükenmişken -inanılmaz ama- yağmurlu bir Münih akşamüstünde uzunca bir süredir bakışıp naz yaptığım Freedom'ı istasyon kitapçısından alıp, ıslanmaması için güzelce sarıp sarmalayıp otele doğru yola koyuldum. İstasyon kitapçılarını ilk başlarda çok sallamıyordum, tahminen güzel köyümüz Ingolstadt'ımızın istasyon kitapçısında İngilizce kitap bulamadığım için. Sonrasında Münih'te fark ettim ki ana istasyon ve diğer büyük istasyonlardaki kitapçılarda fena olmayan sayı ve çeşitlilikte İngilizce kitap bulunabiliyor. Şehir merkezine ulaşma saati ve hava durumu dikkate alındığında ıskanlanmaması gereken bir olanak olduğunu fark etmem -geç de olsa- hiç fena olmadı. Neyse efendim, Jonathan Franzen beyefendi yüzlerce sayfa uzunluğunda bir modern çağ güzellemesi yazmış. Ana karakterlerimiz eski basketbol oyuncusu/yeni süper anne Patty, dünyanın en iyi insanı olan kocası Walter ve Patty'nin gençlik aşkı ve Walter'in can dostu rock yıldızı Richard Katz. Bu üç insanın ebeveynleri, kabus kardeşleri, sevgilileri, işverenleri, çocukları, evleri, işleri… derken Orta Doğu'dan ekmek yiyen pis Amerikalılar, çevrecilikten Amerika'da para yiyen pis Amerikalılar, sahnenin parıltısıyla konserlerden genç kız yiyen pis Amerikalılar.. Ve sonra tüm bunların ortasında ergenlikten hemen önce başlamış hastalıklı bir aşk hikayesi ile ergenliğini sonradan keşfeden başka bir aşk hikayesi.. İğrenç komşular.. Ve daha bin tane olay ve durum üzerinden kişilerin istemli ve istemsiz bağlılıkları ve bağımlılıkları iyice eşelenip özgürlük anıştırmaları ile tam bir sirk sarhoşluğunda okuyanlara sunuluyor. Kitabı bitirdiğimde haz ve baş dönmesini bir arada yaşıyordum.

Şu son yazdığım paragraflara bakınca bambaşka formatlarda olsa da yeni dönem kitaplarında hep aynı şeyler mi anlatılıyor diye kuşkuya düşüyorum. The Woman Who Went to Bed for A Year'da da -bambaşka bir formatta olsa da- bir insanlık kudurganlığı hikayesi anlatılıyordu ve evet, farklı bir yere bağlanıyordu. Ama araya birkaç filtre -kişi, yer, kapsama alanı ve olay filtreleri- koyunca çivisi çıkmış dünya anlatımının son dönemde okuduğum yakın tarihli hemen her kitabın ana konusu olduğunu anlıyorum. Anlatımı, dili daha kuvvetli olana hayran kalıyorum; zayıf olana "hay allah!" demekle yetiniyorum. Üç paragraf yazı yazdım, edebi dünyamda aydınlandım!

Piran hatırası Rose The Giraffe'ta, Rose hanım kızımızın kendisini daha farklı, süslü ve alımlı göstermek arzusuyla nasıl bir sıkıntılı maceraya atıldığını anlattı, Tina Perko. Bir zürafa sevici (?) olaraktan en sevdiğim hayvanın düştüğü halleri gördükçe hayıflanmışsam da her güzel varlık gibi Rose da sonunda doğru yolu buldu (masallardan bir demet).

Mario Bellatin'in Güzellik Salonu, çığrından çıkmış dünya bolluğunda tokat etkili bir kısa roman. Anlatıcı, başlangıçta güzellik salonu olarak açtıkları dükkanın zaman içerisinde ölüme yaklaşmış eşcinsellerin terk edildiği bir bakımevi/son durak haline gelişini anlatan, kendisi de bu sona yaklaşan bir eşcinsel. Aralarda hafif sıcak noktalar, kısmi yumuşamalar geçmiyor değil ama anlatının genelinde keskin bir katılık mevcut.

Uçma Sanatı bir süredir kitaplığımı bekliyordu. Aslen Madrid öncesi okuma isteği içerisindeydim ama isteğimi plan haline getiremedim genel kafa dağınıklığım içerisinde. Antonio Altarriba yazmış, Kim çizmiş. Anlatıcı hikayeye babasından bahsederek başlıyor, sonra babasının kimliğine bürünüyor ve babanın ömrünün hikayesi boyunca İspanya iç savaşı ve sonrasını anlatıyor. Hüzünlü, güzel ve öğretici. Her şey babanın kendisini kaldığı bakımevinin peneresinden atmasıyla başlıyor ve düşüşü -uçuşu- boyunca geçmiş hayatının izlerini takip ediyoruz.

Bu yaz çok güzel kitaplar okumuşum, hangi birisini yazacağımı şaşırmış durumdayım.

Alexander McCall Smith ile Abur Cubur Peşinde serisi sayesinde tanışmıştım. Ancak kimdir, nedir hiç araştırmamıştım. Zürafa'nın Gözyaşları'nı zürafa seviciliğimden kitaplığıma attıktan bir süre sonra elime alıp da serinin ikinci kitabı olduğunu fark edince hemen Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu'nu edindim. Resmen tat alarak okudum ve vakit kaybetmeden Zürafa'nın Gözyaşları'nı da okudum. Kahramanımız Precious Ramotswe, Botswana'da yaşayan 30'lu yaşlarının başlarında, tabi ki her sağlıklı Botswana kadını gibi kilosu yerinde, arada kazalar olsa da dedektiflik için gerekli (?) önseziye sahip muhteşem bir kadın. Hayatının bir dönüm noktasında (heyecan uyandı mı?) bu büroyu, bu isimle açmaya karar veriyor. İlk etapta büro ancak masraflarını çıkartıyor ama zaman içerisinde gizemli olaylar, çözümsüz kalmış geçmiş hikayelerde kapısı çalınan bir yer haline geliyor. Kitap doğaya, doğallığa, Afrika'ya övgü ve sadakat halinde; ağzınızda karamel tadı bırakıyor. İncelemeye konu olan olaylar değil, dedektifimizin yaklaşım, düşünce ve özgün yöntemleri -küçük beyaz minibüsü eşliğinde- kitabı alıp götürüyor. Alexander McCall Smith, tıp hukuku profesörüymüş ve bir dönem Botswana'da yaşamış. Serinin dana başka kitapları da var ancak henüz ilk iki kitap Türkçe'ye çevrilmiş. HBO da dizisini çekmiş. Bakalım bir daha, ne vesileyle karşılaşacağım Precious Ramotswe ile?

Y.D.'nin temmuz seçimi Lord Byron'ın Don Juan'ı oldu. Kitabı YKY baskısında çeviren Halil Köksel'in önsözü o kadar eğlenceliydi ki hem hiç bitmesin istedim hem de önsözün neşesinin kitapta üçe beşe katlanacağı düşüncesiyle sabırsızlandım. İlk kantolar hakikaten beklediğim neşedeydi. Kitap ilerledikçe, Lord Byron kantoları üçer beşerli gruplar halinde farklı zamanlarda yayınladıkça, lordum Don Juan'ı unutmaya başladı ve sürekli olarak dönemin yazarları, eleştirmenleri, yayıncıları, politikacıları ile atışmalara giren dizelerle üzerime üzerime gelmeye başladı! "Ah yaşasın, Juan'a dönüyoruz!" nidalarım birkaç dize sonra sessizce sonlandı. Halil Köksel'in üstün gayretiyle hazırlanmış dipnotlarla tarih ve mitoloji bilgileri edinmiş, ismini duydum duyalı İtalyan sandığım Don Juan'ın Sevilla'nın içinden bir İspoş olduğunu öğrenmiş olsam da sıcaktan uykusuz yaz günlerimin en zorlu okuması oldu bu kitap. Oğullar ve Rencide Ruhlar, Don Juan okumamda araya ilaç gibi giren bir reklam arası oldu. Düşündükçe halen gülümsüyorum.

İyi Geceler Tatlı Prens, yazımın tatlı değilse de hüzünlü sürprizi oldu. Pierre Charras'ın kitabında anlatıcı babasıyla olan ilişkisini didik didik ediyor. Babasının çocukluğunu, kendi çocukluğunu, babasının anlatıcının çocukluğunda kendi inançlarını/inaçsızlığını acılar çekerek göz ardı edip ona istediği şeyleri sunmasını, ergenlik ve olgunluk ilişkilerini ve ilişkisizliklerini okurken sürekli olarak dudaklarım titredi, içim acıdı. Anlatımın güzelliği ve yalınlığı sözcüklerin daha bir derinlere işlemesine sebep oldu. Pierre Charras'ın On Dokuz Saniye kitabı da Türkçe'deymiş, ev ödevi aldım kendime.

Uzaklıklar, Eski Denizler ise yeni bir merak başlangıcı. Fernando Pessoa; Alberto Caiero, Alvaro de Campos ve Ricardo Reis karakterlerini yaratmış, şairlik hayatında. Her biri farklı çevrelerde, değişik eğitim seviyelerinde, farklı/kesişen dönemlerde yaşamış karakterler. Köyünden hiç çıkmamış Alberto Caiero'nun pastoral ve yalın şiirleri bir yana, dünyayı görmüş Alvaro de Campos'un şiirleri bir yana. Öyle ki, Alvaro de Campos, Ricardo Reis'in sanatına hayran bir şairmiş (yoksa tem tersi mi?). Fernando Pessoa, sağlığında çok tanınan bir şair değilmiş ancak ölümü sonrasında bıraktığı binlerce yayınlanmamış eser ve yaratmış olduğu karakterlerin farklı dünyaları ile sayılan bir isim haline gelmiş. Ben en çok Alberto Caiero'nun, sonra Fernando Pessoa'nın şiirlerini beğendim, sevgili Cevat Çapan'ın çevirisiyle, "şairine" göre ayrılmış bölümler arasında dolanırken.

Körlerin Şarkısı, ölümü sonrasında okuduğum ilk Carlos Fuentes kitabı. Çok emin olmamakla beraber, Sabitfikir'in hatırlamadığım bir sayısında görmüştüm sanki bir fotoğrafını yakın zamanlarda -burada yakın zaman 1 ile 1.5 yıl demek- ve 70lerini süren bir adamdan çok daha genç gösteriyordu. Sevdiğim yazarlar ölünce, bir öksüz hissediyorum kendimi. Ben onlardan bir şeyler almayı, bir şeyler okumayı sürekli talep edecekmişim ama onlar kollayan, koruyan o babacan ellerini zar zor topladığım saçlarımda gezdirmeyeceklermiş gibi hissediyorum. Demek ki sevdiğim tüm kadın yazarlar yaşça ve göreceli olarak ölmekten uzak veya çoktan toprağa karışmışlar (okuma hallerimin bir deşifre olası varmış, bu yazıda). Carlos Fuentes'in halen okumadığım çokça kitabının olması yoksunluk hissini azaltmıyor, sadece biraz öteliyor. Körlerin Şarkısı dokunaklı öykülerden oluşuyor. Aura'yı daha önce Can Yayınları'nın Cep Kitapları serisinde okumuştum, şimdi sonunu hatırlamama rağmen -ki çok nadir olmaz bu- heyecandan gerile gerile yeniden okudum. İki Elena, oyunlu oyuncaklı bir öykü. Kraliçe Bebek, hüzünle gerenlerden. Ne Olursa Olsun, çok fazla bir etki yaratmadı, soluklanma sağladı sadece. Eski Haklar'ın hinliği sonrasında, Saf Bir Ruh'un tersleyen sesiyle kitap sonlandı. Ben öykülerden sıkılana kadar bekleseymiş keşke beni, hayallerimin koca ellisi.

Parmaklarımın dili şişmiş meğer, son güzeli de yazıp dinlendireyim kendilerini. 2012 ikinci okuma yarıyılı ödevim İnce Memed'e, korkulan bir ödev olması sebebiyle epeyce bir kaçınmadan sonra ağustosun son haftası başladım. Daha önce Yaşar Kemal'den sadece Karıncanın Su İçtiği'ni okumuş, takipte biraz da zorlanmıştım. İnce Memed'i hep okumak istiyor, bu zorlanma halimden dolayı da cesaret edemiyordum. Kabul etmem gerekir ki Abidin, İnce Memed merakımı iyice körükledi. M. Şehmus Güzel, kitap boyunca Abidin Dino ve hatta daha çok Arif Dino ile ahbap olan (aslen Dino kardeşlerin ağabeylik ettikleri) Yaşar Kemal'in gençlik hallerinden de bahsediyordu. Temmuzu sıranın altına saklanarak geçirip, ağustos sonuna kadar uzatma aldıktan sonra, artık ağustosun son haftasında Münih'e okuduğumdan başka kitap getirmeme/bitirdikçe buradan alma teknolojisinin de dayatmasıyla İnce Memed'i sıranın üstüne çıkarttım. Ve bin pişman oldum! Ağzım hayranlık ve hayretten açık, beklenmedik bir süratla okuduğum ilk cilt bittiğinde neden takip eden ciltleri yanımda getirmedim diye bin pişman oldum! Yokluğu, yoksunluğu, zulümü, arzuyu, kararlılığı; hemen hepsi ifadesi çok zor duyguları laf kalabalığına girmeksizin yalın ve herkesçe anlaşılır doğrulukta anlatan yazarlara usta diyorduk, değil mi? Şaşkınlığım, haşa, Yaşar Kemal'in yazarlığından değil onca zamnadır korktuğum anlatımın hücreme işleyen yalınlığından ve gücünden kaynaklandı. Öykünün güzelliğinden bahsetmiyorum bile. Bir an önce ikinci cilde kavuşmak istiyorum, sonra üçüncüye, sonra ..

Bu noktada yine bir okuma yeteneğim didiklemesine giriştim. Y.D. ile konuştuğumuzda, şu an tam hatırlamıyorum ama, sanırım lisede okuduğunu, geceleri okumaktan bir türlü yatıp uyuyamadığını, daha erken okusaydım da aynı hazı alacağımı düşündüğünü söyledi. G.A. pek küçükken okumuş, çakır dikenleri kalmış aklında. Kendi adıma her şeyi okumanın bir zamanı olduğunu düşünüyorum. Okuma geçmişimde bazen hunharca, bazen tane tane ve bilinçli tükettiğim kitapların gelecek dönem okumalarım için üzerinde durduğum zemini güçlendirdiğini düşünüyorum. Hayatımın en sancılı okumalarından Terra Nostra'nın beni İnce Memed'e hazırladığını hissediyorum. Terra Nostra kimi sayfasını beş kere okuduğum, bir yaz karabasanı gibi göğsüme çökmüş, hikaye kişiler ve olaylar etrafında deli deli çemberler çizerken içimin bulandığı, yeter diyip bir kenara atamadığım, elime ve gözüme bir şekilde yapışan sapkın bir deneyimdi benim açımdan; kitapta bahsi geçen sapkınlıklardan bağımsız, bir okuma serüveni olarak. Öyle sapkın ki, Carlos Fuentes'in adını dahi duymak istemeyebilecekken daha bir tutkuyla bağlanmıştım kendisine. Olayların düğüm düğüm olması yetmezmiş gibi tasvir yumaklarıyla dolu bu kitaplar beni tanımlayamadığım bir şekilde eğitti, sabırlı hale getirdi. Öyle ki, İnce Memed'i okurken çoğunlukla bölüm başlarında karşılaştığım betimlemeleri öyküden ayrı bir girizgah olarak değil, öykünün kendisiyle bir, bütünden ayırdı zor satırlar olarak okudum. Karıncanın Su İçtiği'ni okurken bunu başaramamıştım, tabi Yaşar Kemal'in geçmiş dönem ve yakın dönem yazınını kendi halimde de olsa kıyaslayacak bir okuma listem yok; çok duru bir "kontrol grubuna" sahip değilim. Sonuç olarak, iyi ki şimdi okumuşum İnce Memed'i ve iyi ki şimdi okumaya devam edeceğim.

2 Eylül 2012 Pazar

Resimli Madrid Güncesi


Haziran ayı sonunda sevgili İspoş kardeşlerimi habitatlarında ziyaret etmek üzere 4 günlük bir Madrid kavurganlığı yaşadım. Daha önce görmediğim bir şehri, o şehirde yaşayanlarla gezmek en güzeli. Ya da en optimum çözüm, diyelim. Birlikte gezdiğim kişilerin zevk ve beğenilerine bağlı olarak gezi şekilleniyor. Şansıma bana nöbetleşe bakıcılık yapan arkadaşlarım ile ortak beğeniler içerisinde olduğumuz için (buna uysal benlik de denilebilir) gezip, gördüğüm ve yiyip içtiklerimden son derece memnun kaldığım bir Madrid gezisi yaşadım. Pek tabi ki göremediğim, yeterince görmediğim, aklımda kalan yerler de oldu ama zerre plan yapmadan yola koyulduğum düşünülürse şikayet etmemem doğal karşılanabilir.

Cuma öğleden sonra sevgili İspoş kankam A.G.G. ile pek tabiki otobandan yanlış çıkış alaraktan uçağımıza ucu ucuna yetiştik. Kendisiyle atılan her adım bir macera, bir kaybolma, bir geç kalma veya bir şeyler unutma ile sonuçlandığı için sakinliğimi kaybetmedim ve kendisinin yol çalışmasıyla tıkanmış otobanda yaptığı akrobasi çalışmalarının tadını çıkartmaya çalıştım.

Uçak beklediğimden sessizdi. Barajas havaalanı beklediğimden sessizdi. Taksici beklediğimden sessizdi. Madrid'de ölümcül bir salgın olduğunu düşündüm önce. Sonra acaba arkadaşlarım Almanya'da göreceli olarak mı gürültücüler, diye şüpheye düştüm. Sonunda benimkilerin gürültücü olduğuna kanaat getirdim, milletin hepsinin değil.

Plaza Mayor'da, Plaza Mayor Oteli'nde kaldım. Sevgili A.G.G. onlarda kalmam için cok ısrar etmiş olsa da hem hanım arkadaşıyla henüz tanışmadığım, hem ekibin üstün çabalarına rağmen kültürlerine tam hakim olamadığım, hem de evdeki diğer insanlara sormadan eve misafir davet eden erkek tiplemesine sinir olduğum için kendilerine en yakın otelde kalmam konusunda kendisini ikna ettim. Şehrin tam olarak göbek deliğine -Sol- yakın konuşlanmış olmam, küçük tatilimde yollarda taşıtlarla zaman kaybetmeksizin gezme verimini sağladı.

Eşyalarımızı bırakıp kişisel iklimlendirme sistemimizi Madrid ayarlarına çektikten sonra kendimizi sokağa attık. Ve ne bulursak yeme etkinliğine başladık. İlk olarak şarküteri-barlardan birinde beyaz şarap, pastırmalar ve nispeten az kokan peynirlerle siftahı yaptık. Ardından ölümüne kalamar, bira ve calimocho alarak Plaza Mayor'da bir heykelin dibine çöreklenip yeme eylemlerimize devam ettik. Calimocho rezil bir şey, üniversite yıllarımızın şargozu ama gazoz yerine kola var ve son derece tatlı. Sonrasında Asturias yöresinden bir bara gidip cidra, sucuk ve dünyanın en iğrenç peynirinden yedik. Cidra'ya bayıldım. Sucuk tahammül edebildiğim lezzetteydi, yine de daha az cıvık olanlarını tercih ediyorum. Peyniri "aaa, illa tadına bak!" ısrarlarına dayanamadığım için tattım ve yeşil herhangi bir peynirin lezzet içermeyeceğine ilişkin fikrim sonsuza dek geçerlilik kazandı. Parçalanana kadar giyilmiş ve hiç yıkanmamış bir çorap yeseydim, aynı tadı alırdım.

Sonrasında saraylar, opera binası, dondurmacıları gezip küçük bir rock barda soluklandık. Tabi ki bir başka bara daha gittik ki midemizde bir gıdım yer, bacaklarımızda derman kalmasın diye. Sabaha doğru otele ulaştım.

Ertesi sabah nöbeti devralan İspoş'la şehrin göbek deliği etrafında birkaç saat dolaştık. Gördüğümüz binaları, sokakları, meydanları isimleri ve geçmişleri ile aktardı lakin henüz ayılmamış olduğum için çok fazla kayıt alınamadı.

Nöbet devri sonrasında kahvaltıda churro yememe karar verdik. Churro tatlı-tuzlu hamurun yağda kızartılması sonucu elde edilen kalori bombası. Kendileri her ne kadar tatlı eklerle tüketiyor olsalar da bu hamuru, ben sade yeme konusunda doğru bir karar aldım.

Kahvaltı sonrası küçük bir araba turuyla nispeten uzak mekanları görme fırsatım oldu. Gay festivali sebebiyle sokaklar gökkuşağı renginde afişler, flamalar ve bayraklarla donanmıştı ve onlarca güzel ve bakımlı erkek sokakları arşınlamaktaydı.

Tekrar yaya moduna geçtikten sonra, sabah turumdan aklımda kalan isimleri yeni bakıcılarıma havalı havalı aktararaktan gezintimize devam ettik.


-Şehirde pek çok kurumun ilk binası, kapasite artırımı için gelen eklenti modern bina ile tamamlanmış. Havaalanında iki büyük terminal bulunuyor, ana istasyonun yeni ve eski versiyonu yanyana, pek çok bakanlık binası çift yumurta ikizleri halinde. Yukarıda detayı olan binanın ne binası olduğunu hatırlamıyorum, sanırım bir bankaydı. Yeni binanın mimarı detayı yansıtmak yerine ana fikri vermiş. A.G.G.'nin kısa mimarlık öğrenciliği ve güzel sanatlardaki ilgi ve bilgisi sayesinde bu tip detay bilgiler edinebildim.-


-Kongrenin eski ve yeni binaları-


-Şehir merkezindeki binalar farklı tarzlarda inşa edilmiş ve buna rağmen bir bütünlük arz ediyorlar. Kendi yaşadığım başşehri ve korkunç mimarisini düşününce içim kararıyor.-


-Pek hoşlandığım bir kapı-


-Merkezden neredeyse hiç uzaklaşmadım, o sebeple şehrin her bölgesi hakkında yorum yapamam ama merkezde hemen her caddenin ağalar altında olması, korkunç sıcaklarda yürümeyi mümkün kılıyor.-


-Prado müzesine pazar günü uğradık. Tahminen birkaç günde içinden çıkılması muhtemel müzeyi A.G.G. özet olarak gezdirdi. Baş eserleri göstereceğim, dedi. Resimleri, ressamlarını ve tekniklerini detaylı olarak aktardı ve 2 saat gibi bir sürede kendimi müzeden ayrılırken buldum.-


-Ctesi öğleden sonra molamızda A.G.G.'nin favorisi Las Bravas'ta karnımızı doyurduk. Sevgili kankam bir pis boğaz olup yaz sıcağında bile cocido yiyip mide spazmı geçirmeyen uslanmaz arlanmaz bir öğütücüdür. Las Bravas'ta yediğimiz her şey özel bir sosla geliyordu ve de gayet lezzetliydi. Yine de yukarıda arzı endam eyleyen domuz kulağını (oreja) yemeseydim bir şeyden eksik mi kalırdım? Emin değilim.-


-İsmini hatırlamadığım bir parkın çıkışındaki basamaklar (dünyanın en şuursuz gezi yazarımsılığına adaylığımı koyacağım)-


-Şehrin yeşilliğinden yükselen saray. Çok kurak ve sıcak bir kış geçirmelerine rağmen şehir yeşilliğinden bir şey kaybetmemiş. Ptesi sabahı 07.30 sularında başladığım yürüyüşümde Retiro parkında dolaşırken çok sayıda bahçıvanın azimli çalışmalarını gördüğümde de krize rağmen insanların şehirlerini güzel kılma çabalarına hayran kaldım.-


-Madrid Atakulesi-


-Sokakları yeşertmeye doymayıp evlere tırmanan ağaçlar-


-Retiro'yu ilk olarak kendi başıma gezdim. Kendimden  çok emindim her yanını dolaştığım hususunda lakin sevgili R.L.-A. beni utandıran ilave bir tur düzenledi ve daha önce görmediğim şu kocaman havuzla karşılaştım. Efendim, burada Ben Hur'un (uydurmadığımı varsayıyorum) çok müthiş bir sahnesi çekilmiş ve fakat filmi henüz izlemediğim için konu hakkında son derece cahilim.-


-Retiro parkında cam saray-


-Cam saray içinde var bir güzel-


-Masal ağaçları-

Ctesi akşamını A.G.G.'nin sevgili sevgilisinin ellerinden çıkma bin çeşit tapas ile milyon kadeh beyaz şarap eşliğinde bir ev partisi ile geçirdik. Kendimi ayarsız pişiren bellemiş bir insandım, meğer A. kayıp kardeşimmiş; ertesi gün de yemeye devam ettik. Almanya - İtalya maçını Münih'te izledikten sonra İspanya - İtalya maçını Madrid'de izledim. İlk maçtan sonra Münih sokaklarını anormal bir sessizlik kaplamış, ben de güzel bir uyku çekmiştim. Final maçında hemen karşımızdaki İtalyan restoranınından gelen şarkı-türkü-bağırtı sesleri, yenilgi sonrasında da devam etti. Madridli İtalyanları eğlenme becerileri konusunda tebrik etmek istiyorum. 

Ptesi günümde Reina Sofia'yı görmeyi arzu etmeme rağmen R.L.-A. ile genişletilmiş şehir turu yaptım. Fena da olmadı. Nispeten yeni mahalleleri, görmediğim parkları, iş merkezlerini, kitapçıları dolaştık. Ne zaman başına oturacağımı bilmediğim bir dolu güzel İspanyolca çocuk kitabım oldu. Gün boyunca şehir, zaferle dönen milli takımı karşılamaya hazırlandı, biz de mümkün olduğunca bu kalabalıktan kaçtık. Akşam saatlerinde nöbeti haftasonu görüşemediğim arkadaşlarım devraldı. Münih maceramız sonrası memleketelerimize dönüşümüzü, evlerimiz, işlerimiz ve hayatlarımızı didikledik ve makul bir saatte dağıldık. Sabah ezanına kadar sokaklarda bağrınarak gezinen futbol sevenler sayesinde ancak gün doğarken uyumam mümkün oldu.

Pek tadımlık bir gezi oldu, bir kez daha gidebilsem hiç fena olmaz.


-Galibiyet gecesi Sol'da coşmuş gençler-


-Şehirde en sevdiğim şey: Sokak, meydan, pasaj tabelaları-



21 Ağustos 2012 Salı

Introduction to Salzburg

Piran dönüşü "Çocuk bir de Salzburg görsün," diyen nöbetçi ebeyenlerim bir akşam üstü molası bahanesiyle beni şehre götürdüler. İzola'dan mayolarla yola çıkıp, ilerledikçe tişörtleri giyip, Avusturya sınırını geçince paçalılara dönüş yaptık. Piran'da arabadan indiğimizde montlarımıza, hırkalarımıza bürünmüştük.


-Efendim, arabayı bu tepenin altına park ettik. Kayanın altından istifade edelim diyen abilerim ablalarım, otoparkı bu tepenin altına oymayı uygun bulmuşlar.-

Şehre girip merkeze doğru ilerledikçe sankim bir Alman şehrindeymişim gibi hissettim, insanları bir sorguladım, gerçekten başka bir ülkede olup olmadığımız hususunda. Otobüs duraklarının, metronun işaretleri bile aynı fontta ve formattaydı.


- Burası tabi ki ismini hatırlamadığım ana cadde, mağazalar, küçük dükkanlar, kafeler, restoranlar..-


-Paskalya & Christmas dükkanı. Haziran ayında birinci hadise geçmiş, ikincisine aylar varken çıldır çıldır bir vitrinle bizleri selamlıyor. İkinci kısmı sentetik şeker içerse de birinci kısmı Karatay diyetine uygun, aylavyumurta.-


-Olası gelecek dönem ziyaretlerinde gezilesi kale-


-Şehir romantik mi, değil mi tartışmasına yol açan manzara. Tabi ki tartışma bir yere varmadı.-


Şöyle bir dolandık, Mozart'ın doğduğu (?) evin kapısının önünden geçtik (boncuk taktılar bize). Sokaklar pazar ıssızlığındaydı. Kısa çevre turumuz öncesinde rezervasyon yaptığımız restorana ulaştık. Bir yaklaşık sonuç olsa da hakiki Viyana şinitzel yeme umuduyla siparişlerimizi verdik. Bu esnada bu huysuz bünyenin tereyağıyla olan amansız savaşı unutulmuştu ve aynı bünye açıktan ölmekteydi. Neyse, efedim, siparişlerimiz masamıza ulaştı ve çok cüretkar bir tereyağı kokusu dalgası suratıma tokat gibi çarptı! Meğer güzelim etlerimiz kabus tereyağında kızartılmış da gelmiş. Açlık beni bir yemek bekleme süresine daha cesurca göğüs germekten alıkoydu ve ağlaya ağlaya yedim yemeğimi. Soğuma hızını artıran hava daha fazla gebeşmemize mani oldu ve yağmurlu Münihimize doğru siliceklerimizi çalıştırdık.


-Gözyaşlarımızı Bitti mi Sandın Restoranı-

Sabrın Sınırlarının İzmirlilerle Sınanması

22.45'te İzmir havaalanına indim. Hızla terminale transfer olduk ve yine hızla valizimi aldım (üstün başarı göstererek ön koltuğa bıraktığım cüzdanımı bana ulaştıran uçaktaşıma saygılarımı sunuyorum). 

Salı günü ulaşıp anlaştığım transfer firması ortalıkta görünmüyordu. Aradığımda 24:00te alacaklarını söylediler. Eyvallah, dedim, herhalde yanlış anladım. Saat gece yarısını geçti. Sabrım kırıntı seviyesine ulaştığında telefonum çaldı ve 10 dakikaya beni alacaklarını, bir üst katta beklememi söylediler. 15 dakika sonra geldi araç. 

Bindikten hemen sonra klimayı kısmasını rica ettim şofôrden. -Klima mı? -Evet. 3-4 dakika sonra benzinlikte durduk. Kola ve enerji içeceği takviyesi. Uykulu şoför, harika! 

Yanlış bilgilendirilmem ve üzerine bekletilmem sonrasında beni bekleyen insanları da bekletiyor olmama iliskin aldığım cevap, benden önce gelen ve geç alındığı için çıngar çıkartan "yabancı uyruklu" bayanın (Alman) zaptedilememesinden dolayı benim geç alındığım yönünde oldu. -Camı kapatabilir misiniz? -Camı mı? -Evet.

Bu arada enerji içeceği bitti ve kola açıldı. Klima soğutma testi üst limitlerinde dolaştı. -Klima mı? -Evet. Arada yine cam. Sonra klima. Sonra kola. Ayrıca uçaktan ilk inenle son inen arasında en az 22 dakika fark olur. Klima.

Zatürre olmayı göze alıyor ve susuyorum; uykulu, inatçı ve rahat şoför karşısında. Sadece tek parça -sinirler un ufak olsa da bedenen- ulaşmayı planlıyorum hedef noktasına.

19 Ağustos 2012 Pazar

Piran

Münih'teki ebeveynlerim M.Ö. ve İ.H.S.'nin velayetinde ve de R.d.N. eşliğinde basık mı basık bir haziran öğle sonrasında Piran'a doğru yola çıktık. Birkaç gün öncesine kadar Hırvatistan'a gideceğimizi sanıyordum ancak Piran'ın Slovenya'nın sevimlisi olduğunu yola çıkmadan önce öğrenmiştim (aferin bana). Bon Iver çınladı ilk kilometrelerimizde kulaklarımızda, hafta sonumuzun güzel geçeceğini müjdeleyerek.

En sevdiğim yolculuk şeklinin biralı yolculuk olması, bu yolculuğun sık sık çiş molaları ile bölünmesine sebep olmuştur hep. Molalarda havanın giderek ısınmasını beklerken Avusturya sınırını geçtikten sonra pek sevimli dağlarla karşılaşınca yanıma aldığım kalın kıyafet listesini gözden geçirmem gerekti.


-Dumanlı dumanlıııı..-

Gece yarısına doğru Piran'a ulaştık, eşyaları otele atıp sahile doğru yürüdük. Dondurmalarımız eşliğinde  sahil boyunca bilmiş bilmiş Piran gece hayatını eşeledikten sonra ekibi sonsuz eğlenceyle başbaşa bıraktım ve başağrısından arınma umuduyla uykuya daldım.

Cumartesi sabahı pek tabi ki erkenden uyanıp kendimi yokuşlu ve dar Piran sokaklarına attım.


Meydana ulaştıktan sonra hafiften doğuya yönelerek önce marinayı geçtim, sonra şehrin trafiğe kapanma noktasına ve korkunç oteller yöresine doğru yürüyüşüme devam ettim.


-Meydan, marinanın arkasında kalıyor-


-Çağrışım rahatsızlığımdan kaynaklı Cunda anımsaması-


-Gün içindeki dolanmalarımızda da hem fikir olduğumuz üzere, olası bir ikinci ziyarette kalmaya çabalayacağımız otel-

Otele döndüğümde halk ayaklanmıştı ve sahilde gece cıstak barlık yapıp gündüz iyi aile evladı kafeliği yapan bir yerde kahveyle yunmak üzere oteli terk etmişti. Kendilerine ulaşana kadar öncelikle pazara uğradım ve nektarinle incir aldım, kendileriyle bir kahve içtikten sonra otele gidip, otelin resepsiyonisti/temizlikçisi/aşçısı ve sahibi olan cool/neşeli amcanın "ama bak bir şeyler yemezsen hasta olursun" ısrarlarına dayanamayarak hızlı bir kahvaltı ettim.


-Az yedim, model tuttum-

Gün ilerlerken oradan buraya dolanıp en sonunda sabah gittiğimiz kafeye konuşlanıp, denize bu noktadan girmeye karar verdik, deniz enfes mavi, pırıl pırıl temiz ve muhteşem bir soğukluktaydı. Beklediğimizden bir miktar soğuktu Adriyatik efendi.



-Şehir, uzunca bir burundan ibaret-

Öğle yemeğimizde cevapcici yemeye karar verdik ve yola düşmeden notunu aldığımız köfteciye yollandık. Münih'te yediklerimizden bin kat lezzetli, İnegöl köfteyi anımsatan pek lezzetli köftelere yumulduk. Ve Piran'a adım attığımızdan bu yana olduğu üzere yine çok az bir ücret ödedik.


-köpteeeee-


-Şehrin kilisesinin yanındaki kule. Obesesif bir şekilde şehrin orasından burasından çekmişim fotolarını. Tam ayrılmadan önce tırmanma fırsatını buldum. 1609 yılında inşa edilmiş, 47.2m'ymiş yüksekliği ve 146 basamakla ulaşılıyormuş.-



-Kuleden, muhteşem deniz-


-Kuleden, şehrin sırtındaki surlar. pazar sabahı erken saatte tırmandım o bölgeye, ziyaret saati olmadığı için yeterince eşeleyemedim.-


-Kuleden, şehir meydanı. Ctesi sabahtan öğle sonrasına kadar ikinci el ve antika eşyaların satıldığı bir pazar kuruluydu. Başta bir şey almama yönünde çabalamış olsam da ilk olarak resimli/yazısız bir çocuk kitabı aldım. Sonra satıcı tutturdu bir tane daha seç, benden sana hediye olsun diye. Şimdi kitaplığımda, sabırlı bir günümde sözlük marifetiyle okumayı planladığım bir Slovence bir kitabım var. Tabi ki hızımı alamadım. Lepa Beseda diye bir yayınevi varmış, bu yayınevi "daha güzel bir dünya" için kitaplar basarmış. Ben de kendilerinden pek güzel iki çocuk kitabı aldım, bu sefer İngilizce. Rose the Giraffe'ın sürmeli gözleriyle selamlaştık, sırada The Best Birthday Present Ever var.-


-Rose-


-Meydandan, kule-

Piran'da karşılaştığım tek pahalı hadise yiyecek pazarıydı. O da gördüğüm birkaç Avrupa pazarıyla aynı fiyat aralığındaydı. Bunun haricinde yeme-içme son derece ekonomikti. Satıcılar son derece içten ve tok gözlüydü; geneli bir şey almaya kalkıştığımda 1-2 tanesini de hediye olarak veriyordu.


-Öğle sonrasının ilk yarısında güneşi yakalma umuduyla "indiğimiz" nüdist plaj. Güneşin bulutların ardına saklanması yetmedi, envai çeşit nüdistin orasına burasına basmadan devrilebileceğimiz bir düzlem parçası bulabilmek için taşların üzerinde cambazlık yaptık. Sabah ve akşam üstü deniz girdiğimiz bölgede plaj bulunmuyor, kaldırımın bitimdeki kayalıklardan denize giriliyor. Ancak deniz, bu tarafa kıyasla çok daha sakin ve yosunsuz.-


-Meydana yakın bir ara sokakta su içilmez bir çeşme-

Akşam yemeği için yolculuk öncesi İ.H.S.'nin arayıp bulduğu restoranları denemek istedik, en hoşumuza gidende yer bulamadık, ikinci en iyi seçeneğimizde kalamarlar ve balıklarla  Fransa'nın kupadan elenmesine kulak kabarttık. Denizli şehirde olduğumuz için daha fazla meze, daha çok balık çeşidi beklentisi içerisindeydim ancak minimalist bir menüyle karşılaştık. Lakin yemekler gayet lezzetliydi.

Yemek sonrasında sahildeki bir kafede Blue Angel Gang'i dinleyip otelimize yollandık.

Ertesi sabah kahvaltı sonrası şehirle küçük veda işlerimizi halletik ve İtalya'ya biraz daha yakın mesafedeki İzola'ya uğradık. Çok daha kalabalık, sıkışık, sıcak ve Piran'a kıyasla daha "şehir" olan İzola'da normalde bir yaşlı (körler?) bakım evinin plajı olup onların gelmediği saatlerde halka açık olan plajda birkaç saat gebeştikten sonra güneşli ve denizli Slovenya ile vedalaşıp kasvetli Bavyera topraklarına doğru yola koyulduk.


9 Ağustos 2012 Perşembe

Oğullar ve Rencide Ruhlar

Pazartesi sabahı kendimi ittire kaktıra servise bindiğimde oradan buraya atlamaya pek meraklı Don Juan'ın o sabah çantama atlama konusunda hevesli olmadığını fark ettim. Yolun yettiği ölçüde Cancion sin Fin'i dinledikten sonra kendime küfrede küfrede ofise yürüdüm; iş çıkışı dişçiye, oradan eve gidiş yolunda kitapsız geçireceğim zamanı düşünerek. Ofiste acil durumlar -sabah şapşallığı, sabah yola çıktığım kitabı aniden bitirme, vs.- için kitap bulundurmaya o an karar verdim.

Masama ulaştığımda yeşil kapağıyla Alper Canıgüz'ün Oğullar ve Rencide Ruhlar kitabını buldum, klavyemin önünde. Açgözlülüğümden okumadağım 100+ kitabım bulunduğu için kimseden kitap almamaya özen göstermeme rağmen en sevdiğim gençlerden O.A.'nın (20+) bu muhteşem sürprizini neşeyle karşıladım.

Dişçi yolunda sakin ama gizli bir neşe yayan sayfaları okumaya başladığımda kitabın devamına ilişkin fikrim, devamının da muhteşem karakter Alper Kamu'nun (Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürümeye başlar.) nasıl bir velet olduğuna dair bir roman okuyacağım yönündeydi. Ama komple yanılmışım ki yaşasın da yaşasın!

Haftamı, iş kanununun izin verdiği azami çalışma saatini ofiste çırpınarak geçirdiğim için kitaba istediğim zamanı ayıramadım. Çünkü tanışma sayfalarının devamında "bir solukta okuma" isteğiyle kıvranmaya başladım. Kısmet tabi..

Bu akşam, pek tabi ilave mesai sonrası, Ankara turu yaptıktan sonra beni evime ulaştıran servisten sıcaktan hobbit ayaklarımın izin verdiği ölçüde koşarak evime ulaştım ve açık olmakla artık canımı yakmaya başlamış gözlerime aldırmadan okuma ekipmanlarımla -bira ve çekirdek- evin tek serin noktası balkonuma kitapla birlikte intikal ettim. 

Muhteşem bir hazla son 50 küsür sayfamı da okuyarak kitapla vedalaştım. Çok sevdiğim, muhabbetine bayıldığım ama muhabbet esnasında "yarebbim, noolur ben de iki çift laf edeyim!" diye gözüne baktığım bir sevdiğimin gözünün içine bakar gibi hissettim kendimi sayfaları yalayıp yutarken, "Amaaan, ben konuşsam bundan güzel laf mı çıkardı sanki ağzımdan?" itirafıyla birlikte. Zaman zaman Murat Menteş okur gibi hissettim kendimi ki, kitap sonrası gugıl marifetiyle Alper Canıgüz'ün Murat Menteş'le ruh eşi olduğunu -ve (bence) çift yumurta ikizi olabilirler, MM'nin muhafazakar havasından daha serbest ve de muhafazakarlıktan uzak rahat halleriyle- ve kaderin oyunuyla bir röportaj marifetiyle tanış olduklarını, sonrasında afili filinta bayrağını omuz omuza salladıklarını öğrendim.

Okumam gereken -gerek çünkü eksik hissederim okumazsam o satırları- iki kitabı daha varmış: Tatlı Rüyalar ve Gizliajans. Muhteşem yaratık -bir nevi cüce iblis- Alper Kamu'nun yeni macerası da yoldaymış. 

Okuma açlığıma rağmen sıklıkla beni mutlu edecek yazar ve kitapları ıskalıyorum; kitap 2004 tarihli. Geç de olsa güzel.

O zaman, nedense, insanın Tanrı'yı görmeye katlanamadığı için ışığa ihtiyaç duyduğu gibi tuhaf bir fikre kapılıverdim. Karanlık Tanrı'nın ta kendisiydi. Size şahdamarınızdan daha yakın, her yerde olan ve gören, her zaman sizi sarmalayan başka kim olabilirdi ki? Siz onu göremezdiniz çünkü ışığın ardına saklanırdı.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Neue Pinakothek

Pinakothek maceralarıma Altes Pinakothek ile yanlış bir başlangıç yapmış olmamın pişmanlığını halen hissediyorum. Modern Pinakothek'e ağzım açık ziyaretlerim sonrasında yolumu Neue Pinakothek'e de düşürmeyi başardım. Hoş, bir zamanlama ustası olarak müzenin kapanmasına 3 saat kala gezmeye başlamış olsam da gayet güzel vakit geçirdim.

Efendim, müzenin tonton görevlilerinden bir beyefendi görsel gezime alt kattan başlamamı önerdi. Girişin altında yer alan galeride yer alan M for Myth sergisi -ki 2013 Ocak'a kadar devam ediyor- beni masalların, perilerin, uçuşan tüllerin ve görkemli atların resimleri ve heykelleri ile sarmaladı.


-Amazone (1897) / Franz von Stuck-


-Amor Entflient (1881) / Edmund Friedrich Kanoldt-

Müzenin giriş katına döndükten sonra galerileri dolamaya başladım. Resimlerin ve az sayıdaki heykellerin pek çoğu beni mutlu edecek derecede (açıklaması zor) güzeldi. Hafif bir eğimle önce tırmandıran, sonra aşağıya yönlendiren bir sıralaması vardı, galerilerin. Tek sıkıntı, tuvalet için tüm salonları gerisin geriye dönüp alt kata inme zorunluluğu oldu. 

Müzeyle tam flört ederken ayrılmam gerekti, kapanış saatiyle birlikte. Bakalım süpersonik hızda geçtiğim galerileri yeniden ziyaret etme fırsatım olacak mı?


-Müze boyunca iç avluya bakan böyle bir "ışıklık" var. Genelinde heykeller yer alıyor. Çiş molalarında buradan koşarak aşağıya inmek zaman kazandırıyor-


-Die Sandalenbinderin (1817) / Rudolph (Ridolfo) Schadow. Müzeyi gezerken acaba bir resme baktığımda kendimi görür müyüm diye düşünürken bu heykeli gördüm. Bundan sonra alacağım papuçlardan kimse sorumlu değildir.-


-Junge Bauerin mit drei Kindern im Fenster (1840) / Ferdinand Georg Waldmüller. Bu resim bende tam olarak mutluluk hissiyatı uyandırdı. Şimdi bir posteri salonumun duvarından bana gülümsüyor.-

24 Temmuz 2012 Salı

Woman / Frau / Kadın

Pablo Picasso, Max Beckmann ve Willem de Kooning Frauen sergisinin afişleri, sergiden haftalar önce Münih'i sarmalamıştı. Ben de pek heyecanla sergiyi görmeyi arzu ediyordum ama seyahat zamanlarımın benim zamanlamamdan aykırı tavırları, her türlü iklimsel bahane ve yenilmesi güç tembelliğimle sergi başladıktan sonra totomu müzeye sürüklemeyi başaramamıştım. Muhteşem müze pazarımın assolisti ile karşılaşma anı hakikaten (TDK'ya çok kullandığım "hakkaten"in de sözlüğe katılması için başvuruda bulunsam beni dikkate alırlar mı, yoksa web sayfalarını her açtığımda beni selamlayan badem bıyıklı amcalar bir "tööbe estağfurullah" çekerler mi?) heyecan uyandırıyordu. 








Pek tabi ki, sergi öncesinde Beckmann ve de Kooning hakkında zerre fikrim yoktu. Kişisel zayıflığım olması da pek muhtemel ama yine kişisel olan görüşüm topraklarımızda üstün kıymetli dinin ve belki ondan çok onu yorumlayıp uygulatanların bizi görsel sanatlardan nesiller boyunca ayrık tutmuş olması yatıyor, bu fikirsizliğin temelinde. Avrupa maceramın ana karakterleri İspanyol kardeşlerimin -en aydınlarından en kütüklerine uzanan yelpaze dikkate alındığında- resim ve heykele karşı ilgi ve bilgileriyle çarpışana kadar bu durumun farkında değildim. Meşhur tembelliğimi yenmeyi umut edip anlatmayı planladığım Madrid maceramda bu duruma bir kez daha tanık oldum. Şöyle de bir durum var, belki yine bu dini bastırılmışlıktan bizim o kadar çok sayıda; sayıya kıyasla başarı oranını kestirecek kadar bilgi sahibi olmasam da başarılı, yetenekli ve meşhur görsel sanatçımızın olmaması da bu cahilliğimde etken olabilir. Neyse, gelecek yüzyıllardan umudum var.


Sergide onlarca resim, İngilizce açıklamalarıyla birlikte çok tatmin edici bir şekilde sergilenip tanıtılıyordu. Küratör Carla Schulz-Hoffmann'ın Modern Pinakothek'e veda busesiymiş bu sergi aynı zamanda. 17 yıldır göçebe hayatı yaşayan bir insan evladı olarak halen kabul edilebilir -burada "effective" ve "optimum" arasında bir sözcük bulamadığım için "kabul edilebilir"i kullanıyorum- bir boyut, içerik ve ağırlıkta valiz hazırlamayı öğrenmiş değilim. Buna rağmen kitaplarla rastlaştıkça engelleyemediğim bir edinme güdüsüne teslim oluyorum ve seyahati takip eden günlerde enfes sırt ağrıları çekiyorum. Şimdilerde fiziksel bağlamda belimi büken sergi kataloğunu sindire sindire okumak için fırsat kolluyorum. Sergi esnasında illaki kaçırmış olduğum detayları, okurken yakalamayı umut ediyorum.


Modern Pinakothek'in diğer galerilerinde beceriksizce kullandığım fotoğraf makinamı -ah, halen kendisine bir isim vermemişim, ne kadar ayıp-, aynı beceriksizlikle serginin ilk adımlarında kullanırken pek tatlı tontoş bir bayanın "ah güzel kızım, izin vermiyorlar görüntülemeye bu mendebur görevliler" uyarısıyla çantamın kalabalığına yolladım. 

Sergide en çok Max Beckmann resimlerini beğendim. Canlı renklerine rağmen son derece karanlık ama betimlenen kadınları bana son derece güzel anlatan resimlerdi. Quappi -ki öğrendiğim odur ki, ikinci eşi Matilde von Kaulbach'tır, özünde Quappi- resimlerine bayıldım. Duruş ve bakışlarıyla içime içime işledi. Picasso resimlerinde nadiren şaşkınlık hissettim, herbiri bir serinin devamı gibiydi. De Kooning ise çok yordu beni, renkleriyle ve karmaşıklığıyla. Huysuz-uyumsuz ruhumun sevgi ve coşkuyla kucaklamasını beklerdim, de Kooning resimlerini ancak cidden çok çaba sarf ettim resimleri anlamak için ve eminim ki pek bir başarı gösteremedim bu anlak -ah mual, keşke bir sözlük bıraksaydın gitmeden önce- çabasında.






-Max Beckmann ve Quappi-



Serginin bir salonunda ressamlar ve kadınları selamladı beni. Kronolojik olarak her bir ressamın hayatı, hangi akımlarda gönül gezdirdiği, nerelerde yaşayıp kimlerle ahbap olduğu ve hayatının o dönemini paylaştığı kadın ve o kadının kısa hayat hikayesini panolarda takip edebildim. Picasso'nun kadınları zincirleme trafik kazası halinde, bir ilişki bitmeden diğeri başlıyor, geride kalan kadının enkazı ya acıklı bir hayatla ya da intiharla ortadan kalkıyor. Yaratıcı adamın karşı konulamaz cazibesi ve kadınını yiyip bitiren kaosu.


Detaylar güzelim kataloğumda.




Karl Arnold, The Draughtsman

Müze pazarımın ikinci sergisi, yine Modern Pinakothek'teki Karl Arnold sergisi oldu. Karl Arnold, görsel sanat cahili bu insanın daha önce tanımadığı bir isim lakin kendisi ne çizmişse enfes çizmiş. Simplicissimus dergisindeki politik çizimleri serginin çoğunluğunu oluştursa da sergideki pek çok başka çizimi de gözümü gönlümü açtı. Sergi eylüle kadar devam ediyor.