21 Mayıs 2012 Pazartesi

Şubat-Mart-Nisan Güzelleri

Böyle yazınca çok acıklı oldu, sanki ocak ayı başlı başına güzel doğurganıyken şubat-mart-nisanda ancak ucubeler okumuşum gibi hissettim. Yok, gerçekten de öyle olmadı.

Şubat ayına pek tabi ki Barış Bıçakçı ile başladım. Artık kitaplara “Kesin bunda beğenmeyeceğim bir şey çıkacak karşıma,” diye kendimi alenen şartlayarak başlıyorum ama yine yine ve yine hayran kalarak okumaya devam ediyorum. Ankara sevdalısı değilim, sanırım beni Ankara’dan vurmadı Sinek Isırıklarının Müellifi. Eryaman da, yaşadığım veya yaşamaya planladığım yer değil ama her şey çok yalın, çok anlaşılır. Olaylar çok sade, süssüz, abartısız. Öle bayıla okudum yine.

Pedro Mairal’in Kayıp Parça kitabını şubat ayı başında bir solukta okumuşum. Latin Amerika’nın cazibesini alışageldiğim ve sevdiğim nispeten yaşlı yazarların aslen son derece beğendiğim masalsı, süslü anlatımlar yerine; daha genç ve sade bir yazımla sunan güzel bir öykü, orijinal adı Salvatierra olan bu roman. Salvatierra, anlatıcının babası; dilsiz bir ressam. Babanın ölümünün ardından anlatıcı ve kardeşinin babanın sessiz hayatına yaptıkları yolculuk, kitapta bize sunulan. Aynı kıtadan doğan pek çok kitap gibi masal tatlılığında ama dil “Keşke anadilinden okuyabilseydim,” dedirtecek sadelikte.

Sanırım son dönem okuma beğenimi en çok etkileyen şey dil sadeliği ve anlatım sadeliği. Üst üste Barış Bıçakçı okumalarım, Julian Barnes’ı anadilinde okuma çabalarım mı bu beğeniyi tetikledi yoksa ben sadelik istediğim için mi bu kitapları yakın dönemlerde okuduğum diğer kitaplara kıyasla daha çok sevdim; tam kestiremiyorum. Ama okuma hallerimde dönem dönem farklılıklar yaşamayı pek seviyorum.

Karaduygun, az önce anlattığım anlatımın biraz ötesinde duruyor. Sema Kaygusuz’un kitaptaki dili zorlamalarla, şişirmelerle dolu değil; sade değilse de sakin. Ama öyküler dolambaçlı, kıvrımlı, burgaçlı. Aralarda Birhan Keskin selamlaşmaları ile öyküden öyküye ilerlerken bir öncekinin etkisinden kurtulmadan bir sonraki öykü sarmaladı beynimi. Biraz da bu sebepten hızla okumuşum, bir günde bitirmişim kitabı. Sanırım bir kere daha, daha sakin okumamı fazlasıyla hak ediyor, Karaduygun.

Bu üç ayın en çok sevdiğim çocuk kitapları Behiç Ak’tan Vapurları Seven Çocuk ve İrem Uşar’dan Fenerden Taşınan Işık oldular. Günışığı Kitaplığı’nın kitapları gerçekten de günümü aydınlatıyor. İşler sarpa sarıp keyfim sık sık kaçtığında çocuk kitaplarına koşturuyorum. Neşelenmeyi ve dalga geçmeyi hatırlatıyorlar bana. Behiç Ak’ın yazarlığıyla üniversite yıllarımda Yıldızların Tembelliği sayesinde tanışmıştım, sonrasında birkaç tiyatro oyununu izleme fırsatı bulmuştum. Çocuk kitaplarına ise yine Günışığı’ndan çıkan Galata'nın Tembel Martısı ile başlamıştım. Çizimini de, öyküsünü de çok seviyorum Behiç Ak’ın. Fenerden Taşınan Işık’ın tombul haylazını Huban Korman çizmiş, tam da ısırmalık çizmiş. İrem Uşar’ı ilk defa okudum, çok da sevdim. Çocuk öykülerini kusursuz mutlu sonla bitirmeyip, mevcut olumsuzluğu dramatize etmeden ama kabullenebilir düzeye indirgeyen yazarların boynuna sarılasım geliyor. Uff, şimdi Gece Güneşi’nden bahsetmezsem olmaz! Karin Karakaşlı dünya tatlısı iki kardeş yaratmış, özellikle de dünyanın en muhteşem ablasını (ama bu noktada yanılıyor; en muhteşem abla, benim ablam!). Abla kardeşini mutlu etmek için türlü fikirler üretiyor, sağduyulu anne de bu fikirleri uygulamak üzere planlara ortak oluyor. Sıcak, neşeli bir hikâye.

Nisan ayımın sürprizi tesadüfen gördüğüm ama bir şekilde aklımın bir kuytusunda yer etmiş olan Sue Townsend’den The Woman Who Went to Bed For a Year oldu. Süper aylak bir Münih ctesisinde sevgili M.Ö. ve İ.H.S. ile aylak aylak raflara bakınırken The Gloomster ve The Very Hungry Caterpillar’ı elime almış (Sonradan canım Y.D. (Y.D. kısaltmalarında A. Dumas Fils/Pere çağrışımı içerisindeyim) dedi ki, Axel Scheffler ve Eric Carle çocuk yazınında pek sevilen, pek bilinen isimlermiş), J.C. Oates’in Mudwoman’ı ile flört ederken gördüm, yataktaki kadını. Kitap bana “Oku beni! Oku beni!” diye bağırıyordu. Ben de kırmadım kendisini. Sonra maceralı bir 4 gün geçirdim sevgili Eva ile. Eva’yı ne kadar sevdiysem, Brian’dan o kadar tiksindim. İkiz yavrularına acıdım. Annelerinden huylandım. Eva’nın eylemsizlik isteği o kadar çekici geldi ki, bende yatağa girip bir yıl çıkmamak istedim. Eva’nın yataktaki kadından yatıra dönüşümünü hayretle izledim. Kitabın genelinde çok eğlendim, Sue Townsend’in mizahına bayıldım. Arada az buz duygusal anlarım da olmadı değil, bu süreç içerisinde, ama neşeli bir dönem oldu.

Nisan ayı, senenin ilk altı ayı için kendime ödev verdiğim Vakıf Serisi’ni bitirdiğim ay oldu, aynı zamanda. Sari Heldon’la geçen macera dolu aylarım zaman zaman zorunlu bir birlikteliğin bayat tadını verdi. Tanışma kitabı Vakıf Kurulurken, heyecanlı bir başlangıçtı. Vakıf’a geçtiğimde Hari’yle daha fazla zaman geçiremeyecek olmanın hüznünü yaşadım. Vakıf ve İmparatorluk’ta yeni bir maceraya atıldım. Zaman içerisinde hızlı zıplamalar ve sıçramalar yaparken zaman zaman emeklediğimi hissettim. İkinci Vakıf ve Vakıf’ın Sınırı ile tavan yapan heyecanım, Vakıf İleri’de önce törpülendi, sonra sönümlendi. Son kitap Vakıf ve Dünya’yı serinin güzel başlangıcının hatırına okudum resmen. Sonra şöyle bir düşündüm de çok iyi yaptım, seriyi okumakla. Ne kazandım dersem; eğlence kazandım, hayal gücüm cilalandı, Asimov’la nispeten samimi olduk (geçmişte çok az kitabını okumuşum). Pek çok kadın kahraman vardı seri boyunca ve hemen hepsi kilit karakterlerdi, bu da çok hoşuma gitti. Ama ikinci bir Asimov seansım olur mu? Bu yıl değil! Senenin ikinci yarısı için ödevim İnce Memed. Bakalım üstesinden gelebilecek miyim bu geç kalmış okumanın?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder