21 Mayıs 2012 Pazartesi

Görsel Günce


Son dakika saldırması ile “En azından listemin başındakileri görmeliyim!” önceliklendirmesiyle Münihimizin görsel sanat alanlarına koşturdum. Sonbaharda –ki ne zaman sonlanıp kışa döndüğünü anlayamadım- müze ziyaretlerini kışa ötelemiştim. Kış aylarında ise “içim açılsın diye kıçım donmasın” teknolojisiyle evcağızımı bekledim.
Bir ocak ayı hafta sonuma neşe getiren sevgili Stuttgart güzelleri ile aylarca gidemediğim –ve fakat eve yürüme mesafesinde* olan- Paolo Pellegrin sergisini ziyaret ettik. Fotoğrafların geneli etkileyiciydi, tsunami sonrasının fotoğrafları çok hüzünlüydü. Favorim sergi afişiyle haftalarca beynime kazınan aşağıdaki fotoğraf oldu. Fotoğraflar üzerine kurgulanmış iki belgesellerden iki adedini de izledik, Guantanamo’yu anlatan içimize içimize işledi.

Egon Schiele sergisinin afişlerini de sıklıkla görüyor ama içimde sergiye gitmeye yönelik bir merak bulamıyordum. Sevgili Hernan, Münih’e ulaşmadan önce çok hevesliymiş bu sergiyi ziyarete, sağolsun, elimizden tuttu götürdü bizi de sergiye. Kendisi, yaşamı, eserleri hakkında bilgi sahibi değildim. Sergi düzenleyicilerin üşenmedikleri düzeye** kadar bilgi edinme fırsatım oldu. Serginin bir bölümünde hemen her Almanca metin İngilizce’ye çevrilmişken, kimi bölümlerde bu konuya yönelik hiçbir çaba harcanmamıştı. Sanırım ben ressamların hayatlarıyla eserlerine kıyasla daha çok ilgileniyorum. Pek romantik.



-Sergi afişindeki otoportre. Genç Werther’in Acıları’nın kapağından bana göz kırpmıştı geçtiğimiz seneler içinde.-

Schiele’nin en çok kadınlarını sevdim. Kadınlarının deli deli bakan gözlerini, delirmek için sıralarını bekleyen kadınların gözlerini.

Georgia O’Keeffe ile kendisinin hayranı bir arkadaşımın elimden tutup götürdüğü sergi vesilesiyle tanıştım. Yine hayatıyla, eserlerinden çok ilgilendim. Fotoğraf sanatçısı Alfred Stieglitz yeteneğini keşfetmiş, son derece cinsiyet ayrımcı sanat ortamlarında onun elinden tutmuş ve hak ettiği ilgi ve başarıya ulaşması için destekçisi olmuş. Tüm bu artistik kariyer hamleleri esnasında O’Keeffe ve Stieglitz tanıştıktan kısa bir süre sonra sevgili olmuşlar, Stieglitz hâlihazırda biraz çıkarlarının kurbanı olduğu bir evlilik sürdürürken ve sekiz yıl sonrasında evlenmeyi başarabilmişler (aslında buradaki başarı boşanma başarısı). Yirmi küsur yılı birlikte, sanat ve saadet içerisinde geçirdikten sonra yaşça O’Keeffe’ten epey büyük olan Stieglitz hayata gözlerini yummuş. Hayatının kalan 40 yılını yalnız geçirmiş, Georgia O’Keeffe.
Birliktelikleri boyunca Stigelitz, O,Keeffe’in çok sayıda fotoğrafını çekmiş; portreler, nüler.. Bu fotoğraflarda görüntülenen kadın, bu kadının yaptığı resimlerin önüne geçmeye başlamış zaman içerisinde ve ortak bir kararla çift bu fotoğrafların sergilenmesine son vermişler.

-güçlü ve muzır bakışlar-
Resimlerinde çeşitli dönemlerden geçmiş G. O’Keeffe: Şehir resimleri –çoğunlukla New York-; çiçek ve bitki resimleri –favorimi ne yazık ki nette bulamıyorum-; çöl, gökyüzü ve iskeletli resimler. Çiçek ve bitki resimleri doğrudan genital organlara işaret etmese de onları çağrıştıran kıvrımlar ve gölgelemelerle dolu. Serginin geneline dair İngilizce açıklama bulunuyordu ancak çeşitli ebatlardaki kataloglar sadece Almanca hazırlanmış. İnatlaştım ve almadım katalogu, o enfes romantik/erotik ağaç gövdelerinin birbirlerine temasından mahrum kaldım.

-sergi afişinde de kullanılan, ofis bilgisayarımın kasasının üzerinden bana gülümseyen çiçekler-
Filmini de bulsak***, izlesek.
Münih’te pinakotekh maceram, Ingolstadt yaşayanıyken çok yanlış bir seçimle Altes olanından başlamış, içim yüzlerce ve geneli birbirinden çirkin İsa resmiyle kıyım kıyım kıyılmıştı. Onun yerine beni gerseler, o denli içim acırdı. Veya dirildiğinde –bir daha dirilecek, değil mi?- kendisini ne denli çirkin ve estetik karşıtı çizdikleri görse geçmiş acılarını unutur, yenileriyle baş edebilmek için yoğunlaştırılmış terapi seanslarına başlardı.
Dükkânı kapatıyoruz endişesiyle Pinakotekh der Modern’e gitmek üzere pis yağmurlu soğuk bir Pazar günü yola düştüm. (Hâlbuki güneşli bir eylül pazarında uzunca bir yürüyüş sonrasında binaya ulaşmış, karşısındaki bir kafede prosecco aperol’le soluklanayım derken Y.D.’ye yazmaya başlamış ve bilmem kaçıncı kadehimde kapanmasına 3 saat kaldığını fark edip gerisin geri yürümüştüm bir sonraki mektup istasyonuma. Ha bu sefer saatlerce mi gezdim müzeyi? Hayır, yaklaşık 3 saat.) Karlsplatz metro istasyonundan bineceğim tramvayına uygun bir noktadan yeryüzüne çıkmaya çabaladıysam da başarılı olamadım. Sonunda pes edip alakasız bir yerden çıktım, birkaç kaldırım geçtikten sonra yine yer altından istediğim durağa ulaştım (anlatırken içim bayıldı, ararken iyi dayanmışım).
Müzeyi gezmeye John Pawson sergisi ile başladım. Ardından sürekli sergi bölümlerinde bir miktar dolanıp 1960’lar sonrasında Amerikan fotoğrafçıların sokak fotoğraflarının yer aldığı True Stories sergisine yollandım. In the Space of the Beholder – Contemporary Sculpture’daki yapıtları da gördükten sonra daimi sergi alanlarını ziyaret ettim ve tasarım bölümüne doğru ilerledim. Daimi sergi galerilerinin bir kısmında tadilat vardı, bu sebeple kendilerini göremedim.

-500 Japon çelik işçisine çikolata verilmiş ve çikolatanın folyoları ile heykelcikler yapmaları istenmiş-


Tasarım bölümü pek kalabalık, pek düzensiz geldi gözüme. Dolambaçlı salyangoz gibi oldum bir aşağı, bir yukarı dolanırken. Gizemli kapıların ardından takılar, kıvrım kıvrım yollara dağıtılmış koltuklar, arabalar, motorlar… Yordu beni, hakikatle yordu.
Neu Pinakotekh başka bir bahara kaldı.
Paolo Pellegrin sergisinin düzenlendiği mekân, bu serginin ardından bir başka Magnum fotoğrafçısı Eve Arnold’ın Hommage sergisine ev sahipliği yaptı. Eve Arnold, pek çok geçmiş dönem ünlüsünü, ünlü oldukları dönemlerde fotoğraflamış. Marilyn Monroe ile yakın bir ilişkileri varmış. MM’nin ne kadar güzel bir kadın olduğunu bir kez daha hatırlamış oldum bu vesileyle. Pırıltılı hayatların yanı sıra çeşitli Asya / Afrika ülkelerinde de çalışmaları olmuş. En çok beğendiklerim bir dergi için yapmış olduğu Harlem'de defile fotoğrafları oldu.



Martın son haftası Ankara’ya büyük göç gerçekleşti. Sonrasında plansız programsız bir şekilde Münih’e seyahat etmem planlandı. İlk seyahatte canlarım D. Femili ile bir hafta sonumuzu kesiştirdik (ikinci seyahat planlandığı şekilde tabi ki gerçekleşmedi, ne zaman gerçekleşeceği ve ne kadar süreceği bir bilinmeyen an itibariyle). Marienplatz’daki çok meşhur oyuncak müzesini ve BMW müzesini kendileriyle birlikte gezdim.
Oyuncak müzesi tam bir hayal kırıklığıydı. Ne hayal etmiştim, çok kestiremiyorum ama daha fazla çeşitlilikte daha uzun bir dönemi kapsayan bir oyuncak seçkisi bekliyordum sanırım. Bulduğum ise sanki ananemin sandığından çıkanlardı. Yine de ailemizin küçüğü Y.D. (22 ay) gördükleriyle neşeli dakikalar yaşamadı değil, “Ay bu muymuş?” suratsızlığındaki büyüklerine rağmen.
BMW müzesi ise görmeyi çok arzu etmediğim halde gayetten görülesi bir müze oldu, görsel geçmiş hanemde. Welt kısmını daha önce görmüştüm lakin müze pek daha cafcaflıymış. Girişte tasarım sürecini görselleştiren uçar kaçmaz küreler bizi karşıladı. Uçak motorları, motosikletler, arabalar, diğer motorlar.. Mühendislerin yüz karası olduğum için deli divane olmadım ama sıkılmadım da. En alt katta René Gruau sergisi saklanmış, benim için. Arabalara harcadığım zamandan çoğunu sanırsam, muhteşem çizimlere ağzım açık bakarken harcadım.


 
Ve tabi ki halen Deutches Museum’a gitmedim.
*: Bu cümlenin özelinde “yürüme mesafesi” 10-15 dakikalık yürüyüşle erişilebilirliği tanımlıyor. Lakin ben bu kavramı zaman zaman çok hatalı kullanıyorum. Misal, birisi benden bir şey rica ettiğinde “aa orası yürüme mesafesinde!” diyorum ama benim için 30-45 dakikalık yollar da yürüme mesafesinde, havalar anormal soğuk/yağışlı olmadığı sürece. Zaman algımın toptan bir güncellemeye ihtiyacı var.
**: Geçtiğimiz hafta sonu Cermodern’de Dali ile Escher ve Çağdaşları sergilerini gezdim. Escher sergisinde açıklayıcı metin zaten eser miktardaydı. Her iki sergide de resim isimleri haricinde İngilizce açıklama bulunmuyordu. Münih’in çok sayıda yabancı barındırması ve gündelik yaşamda irtibat kurmak zorunda kaldığım hemen hemen herkesin İngilizce anlaması/konuşması (İngilizce konuşamıyorsa ve Türkçe’yi/Türkiyeliliği reddetmiyorsa kalanların çoğuyla da Türkçe anlaşmak mümkün); sergi broşürlerinin Almanca ve İngilizce hazırlanması; kayıttan sesli rehberliğin İngilizce olması gibi nedenlerin bana kazandırdığı şımarıklıkla yazılı tüm sergi materyalinin İngilizce çevirilerinin olmasını beklemem ne denli doğru, bilemiyorum. Birçok yabancı çalışanın/yaşayanın bulunduğu Ankara’da pek meşhur ressamların sergilerinde de benzer bir uygulama olmalı mı? Yoksa herkes memleketinde mi sanat takip etmeli? Performansa yönelik bir kısım sanatı izlemekten çoktan vazgeçmişken yaşadığım memleketin anadilini öğrenmediğim için çekmek durumunda olduğum bir ceza mıdır bu? Münih ve/veya Ankara turistik şehirler kabul edilse farklı bir uygulamayla karşılaşır mıydım? Bilemiyorum.

***: G.A., ellerinden öper!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder