25 Kasım 2011 Cuma
Şaşkınlar Kraliçesi
20 Kasım 2011 Pazar
Lezzete Dönüş
14 Kasım 2011 Pazartesi
Aaaaahh!
5 Kasım 2011 Cumartesi
Bergamo
Ölmüşlerimizin Canına Değsin
Willkommen in Österreich!
Willkommen in Schweiz!
Willkommen in Frankreich!
Wilkommen in Itaien!
-Vodafone Mesaj Kitaplığından-
1 Kasım'da tüm azizlerimize saygı duruşunda bulunuyormuşuz. Ptesi de kendisi ile birleşiyor ve ekim ayı sonunda yine bir tatilciğim oluyor. Sıradaki duam tüm azizlerimize gidiyor.
Tatil, aylar öncesinden belli ama bir türlü plan program yapamadım. Uyuşukluktan ve başka çeşitli sebeplerden ötürü bir türlü ne yapacağıma karar veremedim. Her tatilde haldır haldır bir yerlere gitmek beni yoruyor olsa da soğuk ve yalnız (mendilimi getirin) Münih'te 4 gün geçirmektense yollarda telef olmayı göze alıyorum. C.T. ile Lozan'da mı buluşsak, Münih'te mi sorusuna yanıt bulamadık, arada bir de sevimli doktora tezi duruyor. Türkiye'ye dönmeden M.İ.T.'yi mekanınında yakalamak isteğiyle kendisi ile Milano'da buluşmak üzere anlaşıyoruz. Tam bu noktada, C.T. "Acaba buradan mı geçsen?" diyor, planlar bir kere daha revize oluyor, sonunda Zürih-Lozan-Milano hattında karar kılabiliyorum.
Cuma öğle saatlerinde "car pooling" vasıtasıyla bir hatunla buluştum. Tüm kararsızlık sürecinde hemen her işimi yarım yamalak yaptığım, çarşamba ve perşembe gecesi Ankara'dan gelen E.K. ile kendimizi çene-yeme-içme üçlemesine verip üçer saat uyuduğum için çok didiklemeden saati bana uygun ilk araçla anlaşmıştım. Arabaya ulaşana kadar kız beni bir miktar dolaştırdı ama sallamadım. Yolcu bir adam benden önce ulaşmıştı, aralarında Almanca muhabbete devam ettiler. Sonra bir başka yolcuyu almak üzere, araç sahibinin beni almaya erindiği noktaya gittik arabayla ve yola çıkabildik.
Yolcu olan teyze bana dönüp, son derece düzgün bir telaffuzla "Benimle Türkçe konuşabilirsin," dedi. Kızının babası Türkmüş; ne yapıyorum, neden geldim, muhabbet ettik bir süre. Kendisini yollara düşüren gönül çarpıntısını anlattı, heyecanla. Başta biraz şaşırdım, ben neden öğreniyorum bunları diye. Sonra kadının heyecanı ve içtenliği hoşuma gitti. Sonra kendi aralarında Almanca muhabbete devam ettiler.
06.00-09.00 arası uyuyabilmiş olduğum için uyuklamaya çalıştım arabada. Sohbetin coştuğu bir noktada kulak verdiğimde Alman halkına, yolcu teyzenin benimle konuştuklarını anlatığını fark ettim (bu hafta Almanca konuşulanlara karşı algımda bir açıklık oldu). Uzunca bir süre Türklerden konuştular. Milliyet duygum gelişmemiş olmasına rağmen çok rahatsız oldum. Yarım saat kadar ana fikrini kaçırdığım bir çerçeve dahilinde tanıdıkları Türklerden, Türklerin genelinden konuşup durdular. Uykusuzlukla birleşince sinirim yavaş yavaş tırmanmaya başladı.
Zürih tabelalarının okunmaya başladığı noktada, sürücü bayan -yazılı kaynaklara küfür eklememeye özen gösteriyorum- "Bu saatte trafik felaket oluyor, ben zaten Basel'e devam ediyorum, şehir içine giremeyeceğim," dedi. Sinirden kulaklarım uğuldamaya başladı. Yolcu bey -Frank- dedi ki, "Ben sana yolu tarif edeceğim". Kendisiyle herhangi bir şehir merkezinden uzak bir noktada arabadan indik. Frank'in eşi arabayla gelip bizi aldı. Beni bir otobüs durağına bırakıp binmem gereken vasıtaları tarif ettiler. Bir önceki seyahatimden kalma bozukluk franklarım ile otobüsle Baden istasyonuna gittim, oradan da trenle Zürih'e. Sıradaki küfür kitlem sürücü Christina'ya gidiyor.
C.T. ile Zürih istasyonunda buluştuk. İtalya biletlerimi bastırırken Verona-Münih biletimi almadığımı fark ettik ve bunu bahsi geçen trene binmeden önce fark edebildiğimiz için sevindik. Kararmaya yüz tutmuş göğün altında nehir boyunca az biraz yürüyüp ara bir sokaktaki kafede karnımızı doyurduk. Ağır aheste istasyona dönüp, Lozan trenine atladık.
İtalya demiryolları sitesinin sayfasının berbatlığı hususunda bir arkadaşım uyarmıştı. Seyahat öncesinde bilet edinmeye çalışırken kredi kartı bilgilerimi aldıktan sonra lank diye beni ana sayfaya yönlendirip, hiçbir teyit e-maili göndermemesiyle uyarının yerindeliğini ziyadesiyle anlamıştım. Ana menülerin İngilizce arayüzü bulunurken, bir alt menüye ulaşmaya çalıştığımda herşey İtalyanca'ya dönüyordu. Bir gün bekleyip kredi kartı ekstremde bir hareketle karşılaşmayınca Alman demiryolları sitesinden şansımı denedim, kendisi bugüne kadar bana hep yardımcı olmuş olmakla birlikte bu lanetli bilet alma merasimimde beni bir aşamada yalnız bıraktı. Bu noktada tepemde çakan minik bir lamba (ah kokusunu sevdıgımın karpiti) ile yüzümü İsviçre demiryolları sitesinde döndüm. Hiç sıkıntısız biletlerimi aldım. Tüm minnettarlığım İsviçre'ye gidiyor (böyle de genellerim tüm bir memleketi).
Çenesi düşük tren yolculuğumuz sonunda Lozan'a ulaşınca küçük bir kararsızlık süreci sonunda canım C.T. ile daha önce de gitmiş olduğumuz kafeye gittik, enfes beyaz şaraplarımızı yudumladık ve balkabağına dönüşmek suretiyle eve gittik. Kapıda neşeli komşu amca ile karşılaştık. Bu adamı her gördüğümde kafamı göbeğine gömüp, belinde kavuşmayacağını bildiğim kollarımla kendisine sarılmak istiyorum. Pillerimizin bittiğine ikna olduğumuzda yatağa yollandık. Ctesi sabahı hızlı bir kahvaltının ardından C.T. beni Lozan-Milano treniyle uğurladı (5 pare top atışı).
İstasyondan salına salına yürüyerek M.İ.T.'nin evine ulaştık. Gallarate, eski dokuda sevimli bir merkeze ve hemen dibinde biten yeni ve geneli modern binalarla genişleyen bir yerleşime sahip. Milano-Gallarate arası aralıksız binalarla devam ediyor, bu yapıların bir kısmı konutken çoğunluğunu sanayi binaları oluşturuyor. Yine istasyonun dibinde göçmen yoğun bir kitle var ama Milano'daki gibi tedirgin edici bir halleri bulunmuyor.
M.İ.T. ile tatil genelinde bize eşlik eden B.K. akşam yemeğini hazırlarken ailenin yaşlısı olarak bir miktar dinlendim. İtalyan bir arkadaşları da eve ulaştıktan sonra B.K.'nın hazırladığı dağ mantarlı risotto ile karbonhidrat diyetime devam ettim. Yemekten sonra bir kahve içmek üzere haifi titremelerle merkeze gittik. Dönüşte prosecco'ya kaldığımız yerden devam ettik.
Espressonun yanında bana kalp çarpıntısı ve düşük tansiyon hediye edildiği için İtalyanların aşağılayıcı bakışlarına aldırış etmeden americano kahve talep etmeye başladım bilmem kaçıncı kahvemden sonra. Onlar da sağolsunlar, fincanda espresso yanında sıcak su servis etmek suretiyle benimle dalga geçtiler. Canları sağolsun.
Pazar sabahı kahvaltı sonrası tren ile Sesto Calende'ye gidip B.K. ile buluştuk. Kendisinin taze pişirdiği incirli tartın hakkını verdikten sonra arabayla Maggiore Gölü kıyısındaki Stresa'ya geçtik. Bir tekneye doluşup göldeki adalardan Pescatori adasına ulaştık. Adayı bir güzel tavaf ettik (bu esnada sıcak bir mevsimde adada bir haftasonu hayallleri kurdum) ve Stresa'ya döndük. Abur cubur tezgahlarında iştahlarımızı oyaladık. Birer kahve içip Arona'ya doğru dönüşe geçtik. Arona'da hızlı bir tur ve yeni abur cuburlar sonrasında Sesto'ya döndük. Türlü şarküteri ürünüyle sakinleşip müthiş bir pizzayla mide hacmimi genişlettim.
Almanya'da mümkün olduğunca domuz etinden uzak duruyorum, tüketimimi takip eden saatlerde midem bozulmaya başlıyor. İtalya'da yediğim pastırmalar, vs.ler incecik dilimlerin kaynağına sarılıp yatma isteği uyandırdı. Hem çok lezzetliydiler hem de zerre rahatsız olmadım.
Zavallı B.K. ve M.İ.T. kibar insanlar oldukları için beni kırmayıp Gallarate Caz Festivali'nin pazar akşamı programına katılma önerisini plan haline getirdiler. Teatro Del Popolo'da şiş karınla caz dinlemiş oldukları bu gece ve eşliğinde beni yıllar boyu unutmayacaklarına eminim. İlk olarak Paolo Damiani sahne aldı, "violoncello"su ile birlikte. Çalarken ara ara kaydetmekte olduğu kimi bölümleri, aynı parça içerisinde eş zamanlı olarak canlı müziğine ekledi (kıt müzik bilgisi/görgüsü ile böyle aktarabiliyorum). Sürprizli ve güzeldi. Ardından Felice Reggio Trio, Chet Baker parçalarını yorumlamak üzere sahneye çıktılar ama hemen ardından! Paolo Bey, daha notlaraını, kayıt cihazını, enstrümanını toparlayamadan trio sahneye baskın yaptı Bir ara takdimci ile birlikte sahnede 5 kişi oldular, çok eğlendim. Adamcağız şaşkınlık ve aceleyle mekanı terk etmeye çabaladı.
Felice Reggio Bey'in kot pantolon giymiş olmasına takıldım. Sanırım bu iki dinleti arasında benim de bir araya ihtiyacım olduğu ve dikkatimin dağıldığı yönünde gözlerimin bana bir uyarısıydı. Kendisinin üzerinden düşen dizleri çıkmış kotunu gördükçe karşımda çeşitli üflemeli enstrümanlar çalan adamı ağaçta meyve toplarken hayal ettiğimi fark ettim. Belki de karbonhidrat zehirlenmesi yaşıyordum, bilmiyorum. Ama 21.30'da başlayan konser ara vermeksizin gece yarısına doğru bittiğinde M.İ.T. ve B.K.'nın yüzlerinde halen birlikte geçireceğimiz 1.5 günün düşüncesiyle yerleşmiş dehşeti tüm anlaksızlığıma rağmen algılayabildim. Müzik güzeldi ama hakkaten araya ihtiyacımız vardı (hayat da öyle değil mi, ey sevgili?).
Pazar gecesi Torino'ya niyet yatıp, ptesi sabahı Bergamo doğrultusunda uyandık. Otobandan Milano'yu kuzeyinden sıyırıp Bergamo'ya ulaştık. Citta Alta (eski şehir), biz Bergamo'ya yaklaştıkça tüm sise pusa rağmen tepe üzerinde belirmeye başladı. Arabayı park ettikten sonra tepeye doğru yürümeye başladık. Havanın genel puslu dokusu, tepeye sırtımızı dönüp yeni şehir silüetinde gözümüzü gezdirdiğimizde eski şehrin eteklerine yakın duran tarihi binaları, kuleleri, kubbeleri tüm şehir boyunca devam eder gibi gösteren olumlu bir yanılsamaya dönüştü. Dar sokaklarından tırmandığımız eski şehir, artık iflah olmaz cani bir aça dönüşen midemde burgaçlar oluşturmaya başlamıştı ki Al Donizetti isimli leziz bir pastacı/lokantada mola verdik. Prosecco da beni özlemişti, yanında ravioli getirmişti, sağolsun. Tıka basa doyduktan sonra tatlı istemediğimi söylediğimde işletmeci bayan bana dudak büktü. Sanırım doymuş olmama rağmen içimdeki canavar gözlerimden bakmaya devam ediyordu.
Eski şehir içindeki turumuzu kilise ve katedral turuyla sonlandırdık. Dilek mumlarımızı diktik. Kahvelerimizi içtik. Dondurmamızı yedik ve günü batırırken yeni şehre doğru dönüş yoluna koyulduk.
Yeni şehirde şık mağazalar arasında dolaşırken, bir gün önce Arona'da nefsime mukayet olarak platonik bir ilişki geliştirdiğim çizmelerle yeniden karşılaştım. Önce usulca baktım kendilerine, vitrinde. Heyecanımı belli etmemeye çalıştım. Sonra içimdeki durdurulamaz heyecanı onlardan daha fazla saklayamayacağımı anladım, al yanaklarım hafif bir gülümsemeyle aydınlandı ve koşarak mağazanın içine girdim. Satış görevlisi depoda 35 numara araştırması yaparken, B.K.'yı hala kendime mukayet olabileceğim, bu isteği dizginleyebileceğim yönünde ikna etmeye çalışıyordum. O ise bana kıs kıs gülerken, gönlümü verdiğim çizmelerin, tam da vitrinden beni çağıran çiftinin 35 numara olduğunu öğrendim. Cumadan bu yana dağ taş beni gezdiren zavallı Columbia pabuçlarımı bir hışımla çıkarttım, çizmelerimi giydim ve 10-12 santim uzamış boyumla aynada kendimden geçmiş halime baktım. Manen ve madden hafiflemiş bir şekilde mağazadan uzaklaşırken, elimden çizmelerimi almaya çalışan, pardon, benim yerime kendilerini taşımayı öneren M.İ.T.'ye "Vermem çizmelerimi!" dediğim anda bir kez daha kendimi kaybettiğim bir pabuç eyleminde bulunduğumu anladım. Tam o sıralarda telefonla bağlandığımız H.C.S.; çizmelerimi ballandıra ballandıra anlatınca "Eyvah, hastalığın yeniden nüksetmiş," dedi. Çıkmadık candan umut kesilmez.
Bergamo'dan mutlu mesut ayrıldık, Gallarate yolunda Legnano'ya saptık. La Conchiglia isimli restoranda kendimi temelli kaybedip ne var ne yoksa tattıktan -ve yemeklerimi bitiremedikten- sonra eve döndük. Çay içip kendimize geldik.
Salı öğle saatlerinde Milano'ya ulaşıp, hafif bir şehir turu attıktan sonra muhteşem ev sahipleri M.İ.T. ve B.K. ile vedalaşıp Verona aktarmalı Münih trenine dünyanın en güzel ikinci çantası, muhteşem çizmelerim, belimi sıkan kemerim, ben ve tahmini ilave 3 kilo ağırlığım (bir nevi payload) doluştuk. Tüm teşekkürlerim M.İ.T. ve B.K.'ya gidiyor.
Yolculuğumun son üç saatinde Before Sunrise ve Before Sunset izleyerek tren yolculuğuma hafiften takıldım ama o oralı olmadı. Sis içerisinde yol alıp nerede olduğumuzu anlamaz ve kendimi trenden Hauptbahnhof'ta inmeye şartlamışken, Ostbahnhof tabelasını şaşkın tesadüfü ile görünce eşyalarımı döke saça topladım ve mahallemin sisli soğuğuna adım attım. Kendimi çok güvende hissettim caddeye çıktığım anda. Sanırım benimsemeye başladım, Münih'te yaşamayı, halen şehirle yoğun bir ilişki kuramamış olsam da.
22 Ekim 2011 Cumartesi
Göçebe
18 Eylül 2011 Pazar
Mevsim Değişikliği İçin Nereye Dilekçe Veriyorduk?
Sabahtan bu yana yağmur yağıyor. Dün gece başlamıştı. Bir an durmadı. Annemin deyimiyle "havanın yükselmesini" bekledim, yükselemedi lanet şey (lanet okuma!).
Yanımda getirdiğim dergileri bitirdim. Kitabıma son sürat devam etme isteği içerisinde değilim. Güzel bilgisayarım film oynatmıyor. Oynatsın diye zerre anlamadığım bir şeyler indirmeye çalışıyorum internetten, sürekli bağlantım kopuyor.
Azmedip İngilizce film gösteren sinema buldum. Totom yerinden kalkmıyor.
Şu şehirde tanıdığım hepi topu üç-beş insan var; hepsi şehir dışında, birisine ulaşılamıyor.
Karbonhidrat bir yere kadar mutlu ediyor.
Bütün kış böyle geçecekse yandığımın resmidir.
Ben neye başlıyordum dün?
17 Eylül 2011 Cumartesi
İlk hafta
4 Eylül 2011 Pazar
Can Gençlik'e Ne Oldu?

1 Eylül 2011 Perşembe
Lozan'da
Zürih’te trene binmeye hazırlanırken E.S. mesaj attı, “Geliş yönünde sol tarafa otur, yaklaşırken muhteşem Leman Gölü manzarası ile karşılaşacaksın”. Anadolu’nun bozkırlarında at sürmüş bir vatan evladı olarak “Bir göl ne kadar muhteşem olabilir ki?” çok bilmişliği ile, yine de arkadaşımın sözünü dinleyerek trende yerimi aldım. Yol boyu dışarıyı izlerken Milka ineklerinin, çayırlarda uzanan geyik ailesinin, elindeki kovayla ineklere koşan Heidi’nin gerçekte var olduğunu –Heidi sarışındı ama olsun- anladım. Bern’den geçerken müthiş köprülere hayran kaldım, görülmesi gereken şehirler listeme ekledim.
İstasyona ulaştığımda C.T. ve E.S. beni bekliyorlardı. E.S. ile bir hafta önce Münih’te buluşmuştuk, C.T.’yi bir yıldır görmemiştim, uzun uzun teletabi sarılması yaptık. İstasyonun hemen yakınında bir kafede ilk –ve ikinci- kırmızı şaraplarımızı içtikten sonra evlerinin bulunduğu Pully bölgesine/semtine gitmek üzere trene bindik.
Pully’de, arkadaşlarımın evlerinin bulunduğu küçük sokağa, onun sakinliğine, şıklığına bayıldım. Sanırım Alman yapılarından sıkılmıştım (Ankara’nın müthiş mimarisi başlı başına bir tez konusu). Sıcacık evlerinde C.T. ile pencere önüne konuşlandıktan sonra yıllarca ismini dahi yüzümü buruşturarak telaffuz ettiğim beyaz şarapla beklenmeyen bir barış imzaladık. E.S. “Buranın beyaz şarabı çok başka,” dediğinde elimi tereddütle uzattığım kadehi kısa bir süre sonra yeniden dolması için ters yönde iletiyordum. Bu nimet karşısında mutlulukla kendimden geçmiş, C.T. ilen çeneye düşmüş iken, E.S. balıkları pişirmeye, salataları hazırlamaya başladı.
Ev sahiplerimin neşeli İspanyol arkadaşı L.S.’nin de gelişiyle rakıya geçiş yaptık ve haftalar süren hasret sona erdi. Gece yarısından sonra yemek, içmek ve konuşmaktan bitap yataklarımıza yollandık.
Takip eden gün öğleden sonra şehir merkezine ulaştık. Sokaklarda dolaştık. Ağlatan acılıkta Çin yemekleri ile karnımızı doyurup katedral yolundaki basamakları tırmandık, küçük bir kafede kahvelerimizi yudumladık. S.’nin de bize katılmasıyla yeniden Pully’ye döndük, arkadaşlarımın komşusunun mahzenine daldık ve bir başka enfes beyaz şarapla mutluluğa bir adım daha yaklaştık.
Yılladır kendilerinden “bizim balkon” diye dinlediğim, eve 3 dakika mesafedeki kilisenin arka bahçesinde soluklandık bir süre. Balkon enfes, enfes ötesi. Karşıda dağlar, arada göl, hemen önü bağlar. Saatlerce oturabilirdim ama gitmemiz gerekiyordu. Sahile doğru yürüdük, kıyıdan kıyıdan Ouchy limanına ulaştık. S.’ye veda edip, E.S.’nin arkadaşı J.O.’nun teknesindeki –yat mı demeliydim yoksa?- barbekü partisine katıldık.
Tahminen yerel mangal alışkanlıklarından kaynaklı bir önyargıyla barbekü partisinin barbekü kısmının sosisten ibaret olduğunu algılayınca önce minik bir şaşkınlık geçirdim. Sonra o kadar çok yiyip içtim ki şaşkınlığımı unuttum.
Gece uzadıkça uzadı. Avam İngiliz diliyle vedalaşan bir grup elit insan, Fransızcaya dönüş yaptı; uykum geldi derken saat 03.00 sularında, suları kontrol etmek isteyen bir grup delikanlı gece yüzüşlerini gerçekleştirdi. Kendilerini titrer vaziyette beklediğimiz tekneye geri aldıktan sonra hızlı bir vedalaşma turuyla L.S.’nin evine gittik. Yatmadan önce E.S.’nin kalan son enerjisiyle pişirdiği tarhana çorbasını içtik ve sabah insanlığa dönüş yapmış halde uyandık.
Takip eden günde önce pazarı gezdik. Meyve sebzemizi pazardan, sandviçlerimizi evden, şarabımızı şarküteriden alıp sahile gittik. İskelenin ucunda uzunca bir süre direndikten sonra göle kendimi bıraktım. İlk birkaç dakika diş kütleten bir titreme yaşadıysam da sonrasında pek mesut oldum.
Akşam şehir merkezinde küçük bir tur atıp meşhur bir hamburgerciye gittik, çıkışta koşturarak kendimizi bir yerlere attık, çok fazla ıslanmadan deli yağmuru atlattık.
Pazar günü, oraya ulaştığımda süper mutsuz olan beni ergen anası-babası sabrıyla dinleyip pofpoflayan canım arkadaşlarımla vedalaşıp bütün gün sürecek bir tren yolculuğuyla müthiş kasabama geri döndüm.
Lozan’a bayıldım. Ama sanırım C.T. ve E.S. olmasa bu kadar hayran kalmazdım. Hepsine yetişemediğim için bazen, birazcık fazla sayıda arkadaşım olmasından yakınıyorum ama ettiğim herhangi bir lafın, karşımdaki tarafından nasıl algılanacağını düşünmeksizin “gelişine” konuşabildiğim arkadaşlarım olduğu için çok da şanslı olduğumu biliyorum.
Hayat dostlarla güzel.
23 Ağustos 2011 Salı
Zürih'te Birkaç Saat
Haziran başı tatilimde sevgili arkadaşlarım C.T. ve E.S.’yi ziyaret etmek üzere Lozan’a doğru yola koyuldum. Biraz onların da itelemesiyle kendimden beklenmeyen bir performans göstererek internet otostopu marifetiyle süper hızlı ve ekonomik bir yolculukla 3 saatte Münih’ten Zürih’e ulaştım (Münih-Zürih’i sesli söylemek eğlenceli olabiliyor). Bana kalsa dakika oyalanmaz Zürih’ten ilk tren ile Lozan’a yollanırdım ama tembel turistliğimin bilincinde olan E.S., Zürih’te birkaç saat geçirmemi gerektirecek bir tren ayarladığı için zoraki turistçilik oynamaya çalıştım.
Şortla geçen nisan-mayıs sonrasında bir serin gelen haziran ayının bu ilk günlerinde sabahtan kısa pantelonla yola çıkmış olmanın verdiği hafif bir ürpertiyle, Türk olduğumu öğrenir öğrenmez pıflayan sevgili araç sahibi Moris’ten Zürih İstasyonu’nda ayrıldım. Geçirmiş olduğum uyku seyrek/alkol yoğun haftanın yorgunluğu ile caddeler arasında dolanmaya başladım. Ben yürüdükçe çantama birileri tuğla ekledi sanki. Muhteşem seyrüsefer yeteneğime güvenim olmadığı için bir takım üstgeçitlerden dolanıp, polis merkezinin çıkmaz sokak otoparkından çark edip en doğrusal mihenk noktası –şeridi (?)- olan nehre yöneldim. Kendisine paralel bir şekilde bir müddet ilerledikten sonra gözüme kestirdiğim bir kafeye oturup onların alengirli bir isim verdikleri ıspanaklı börek eşliğinde şarabımı yudumladım, mektuplarıma devam ettim.
Tren saati yaklaşırken yine kıyıdan kıyıdan Zürih’le vedalaşıp istasyona yöneldim.
Bu kadınlar, bir binanın girişi ile yolun karşı ve çapraz kısmını bağlayan bir üst geçidin duvarındalar. Cahil turist olarak neden orada olduklarını, girişi olan binanın ne binası olduğunu pek tabi öğrenmedim .
Dizi dizi köprülerden geçerken yüzüme bakan nehir. Tuna’dan sonra bu nehir deniz etkisi yarattı, deniz gibi kokuyordu. Sanırım denize hasret kalmanın etkisi de var bu algımda. Ankara’dayken deniz mi görüyordum? Hayır ama istesem 4 saatte denize ulaşabileceğimi biliyordum. Almanya’dayken tüm denizlerden yüzlerce kilometre uzakta olmak, benim gibi bozkır çocuğuna zor geldi, zaman zaman.
Üşengeç ve yorgun olmasam tırmanmaktan zevk alacağım basamaklar. Yeniden yolum düşerse, tırmangaçlı şehre, hafif bir yürüyüş kostümüyle dolaşmak isterim sokaklarını.
Ingolstadt Fotoğrafları
İlk gittiğim hafta Tuna kıyısında oturup annemi aradığımda gördüğüm manzara. Elbet güneş açacak umuduyla gri gökyüzü ve henüz sinek basmamış nehir.
Yürümeyi en sevdiğim park. Şehir merkezinin kuzeyinden başlayıp, güneye kıvrılıp Tuna’ya bağlanıyor.
Doğum günü pastam ve mumu. “Buralarda çok yalnızım, atam,” bunalımına girmemek üzere tatlı iki arkadaşıma “Bugün benim yaş günüm, akşam yemek yiyelim,” kandırığı yaptım. İyi ki de yapmışım.
Çok canım arkadaşım A.B.S.Ç. ben yola düşmeden aramış taramış bana Ingolstadt Blues Festivali programını ulaştırmıştı. Gidebildiğim tek konser –sankim süper sosyal/kültürel hayatta etkinlikten etkinliğe koşar gibi- Samuel James beyin konseri oldu. Konser bir bira evindeydi. Amcalar, teyzeler masalarda sakince oturuyor, garsonlar sessizce servis yapıyor, Samuel Bey her şarkısından önce bir hikâye anlatıyordu. Sakin ve de güzel bir akşam oldu.
İlk konakladığım misafir evinin sokağı. Gece yarısından sonra oteline kadar arkadaşıma eşlik etmişim; köprülerden, alt geçitlerden güvenle geçmişim, dolunayda sokağıma ulaşmışım.
Sevgili gizli çılgın arkadaşım D.K. ile bilmemne festivalinde bindiğimiz, bağıra çağıra döndüğümüz alet. Arada sırada böyle tüm nefesimle çığlık atmak üzere böyle zımbırtılardan yardım almak fena olmayabilir.