2015’te fena gezmedim. Merak ettiğim, görmek istediğim ve de
hiç aklımda olmayan yerler gördüm. Seyahatler sonrasında hep yazmak istedim
ancak her seferinde bir şey oldu. Sürekli bir şeyler oluyor ve o kadar çok şey
oluyor ki, parmak oynatmaya bile erindiğim moral çöküşünün neden
kaynaklandığını birkaç hafta içerisinde unutuyorum. Son seyahat sonrası çöküşün
sebebini hatırlamaya devam ediyorum ve ömrüm boyunca hatırlayacağım.
Yıllardır nedensiz bir “Girit de Girit!” tutturması
halindeydim. Ama hep çok uzak geliyordu ve tatil süresi yetersiz geliyordu
(adanın tamamını gezmesem noksan yazarlar çünkü). Temmuz bayramı ideal zaman
dilimini yarattı ve planımızı yaptık. En başarısız tatil planlarımdan birisi
oldu. Hem çok vakit ayıramadım yolculuk öncesi çalışmaya, hem de sanırım doğru
kaynaklara ulaşamadım.
Yönümüzü Girit’e dönmeye karar verdiğimizde THY’nin tatlı
bir sürprizi ile karşılaştık ve sabah 06.10’da aktarmasız Ankara-Atina uçuşu
ile harika bir zaman kazancımız olacak şekilde biletlerimizi aldık, beyimle. Ve
fakat THY yine şaşırtmadı ve bu uçuşu tatile birkaç hafta kala iptal etti ve
İstanbul aktarmasına mahkum etti bizi. THY’ye güvenerek Atina sonrası Girit
biletimizi Agean Airlines’tan aldığımız ve uçağa yetişmemiz gerektiği için bir
gece önce Atina’ya uçmamız ve bir gece fazla konaklamamız gerekti. THY, sağ
olsun, benim ve pek çok yolcunun valizlerini İstanbul’dan Atina’ya
getirememesiyle kendisine olan sevgimi bir kez daha çoğalttı.
Atina havaalanında iki adet firma kayıp valizle ilgileniyor.
THY’nin (ve yanlış hatırlamıyorsam diğer Star Alliance firmalarının)
yolcularıyla ilgilenen bankonun önünde 2 saat bekledikten sonra kayıp
bildirimini yapabildim. Görevli, İstanbul-Atina uçuşlarında sıklıkla valiz
problemi yaşandığını söyledi, ben de el çantama yedek eşya almadığım için kendi
kendimi azarlamakla yetindim. Ertesi sabah Girit uçağı öncesinde –o vakte kadar
İstanbul’dan 2 uçak daha gelmiş olmasına rağmen-valizimle kavuşabildim.
Uçuş iptali sebebiyle hava alanına yaklaşık 4 km mesafedeki
Apartments Tina’da
konakladık. Birkaç saatlik uyku için minimal konfor beklentisi içinde ulaştık
ama mekan beklentimin üzerinde temiz ve konforlu çıktı. Pansiyon, hiçliğin
ortasında olmakla birlikte havaalanından/havaalanına transfer sağladığı için
fiyat performans bazında havaalanındaki otele kıyasla çok daha uygun.
(havaalanı, havaalanı, havaalanı)
Atina-Heraklion (Girit) uçuşu, güzel manzaralı uçuş. Sürekli
olarak bir takım adaların üzerinden uçtuk ve bu adaların nereler olduğu
hakkında hiç fikrim yok. Heraklion’da kalacağımız otel, havaalanından otele
yolun 13 € tutacağını söyledi. Mercedes’li taksici 10 € aldı bizden, yine bir
çok sevesim geldi milleti. Iraklion Oteli’ne eşyalarımızı atıp, taze kavuşmuş olduğum valizimden temiz kostümlerimi giymek
suretiyle kendimizi dışarı attık.
2015’te Roma çıkartması öncesi O.C.O.’nun yönlendirmesiyle
tanıştığımız Triposo pek çok yerde hayat kurtarmıştı. Yola çıkmadan önce nasıl becerdiysem
Bourdain’in parmaklarını yaladığı Pantheon
Restaurant’ı, Triposo’da
Heraklion’un sanayi bölgesine yakın bir yerde işaretlemeyi başarmışım.
Bu sayede, tam da öğle sıcağında, Heraklion’u bir uçtan diğer uca kat etmek ve
restoranı bulamamak suretiyle, beyimin sanırım foursquare marifetiyle bulduğu
Peskesi’ye ulaştık. Girit genelinde restoran tabelaları ya otantik ya da kreatif Girit
mutfağını işaret ediyordu. Peskesi 2014’te açılmış ve havalı bir restoran
olmasına rağmen otantik etiketindeydi. Gözümüz dönmüş bir şekilde pek çok şey
sipariş etmeye meyilliyken, sevgili garsonun yönlendirmeleriyle daha az çeşitle
doyacağımıza ikna olduk. Kuru arpa ekmeği ile yapılan Dakos ve salata siparişimiz,
garsonumuzun salatada zaten Dakos ekmeği bulunduğunu söyleyerek muhalefet
etmesiyle sadece salata ve Löplöpçüler’in anlata anlata bitiremediği tavşan olarak nihayetlendi. Önden “bizimki
alıştığınızdan farklıdır” diyerek getirdiği cacık (salatalık yerine semizotu
ile yapılmıştı) ve ekmek banmaya doyamadığımız yağları ikram edildi.

-Peskesi-
Yemek sonrasında, üzümle birlikte üzerine soğuk elma püresi
gezdirdikleri tatlı bir peksimet üzerinde peynir kreması ve gülle
tatlandırılmış rakı ikram ettiler. Girit’te uzodan farklı bir rakı daha
bulunuyor. Sade haliyle koklamaya dahi yanaşamadığım, grappa sertliğinde bir
digestive. Kaldığımız hemen her otelde, gittiğimiz restoranlarda yemekten sonra
küçük bir şişe ikram edildi. Kimisi sadeydi, hiç yanaşamadım. Güllü, ballı ve
yanlış hatırlamıyorsam çilekli olanları gayet başarılıydı. Her yemeği uzun uzun
anlatan garsonumuz, son olarak mantinada’larımızı getirdi. Şeker hamuruyla rulo
olarak tutturulmuş küçük bir kağıtta yazan maniyi önce Yunanca, ardından
İngilizce olarak bize okudu. Karnımız tok, geleceğimiz kulağımıza üflenmiş bir
şekilde Peskesi ile vedalaştık.
-Mantinada-
M.Ö. tatil öncesi “Heraklion çok çirkin bir yer, hiç
kalmayın orada,” demiş olsa da benim beceriksiz planlamam ve Atina’dan
Heraklion’a uçmamız sebebiyle ilk ve son günümüzü Heraklion’da geçirdik. Hemen
her yanı mağazalar ve restoranlarla dolu şehir merkezinin pek bir otantikliği
yoktu. Yorgunluktan gezmeyi gözümüz yemediği için arkeoloji müzesini son
günümüze attık, Kazancakis müzesini pas geçtik. Akşam yalan dolan bir balıkçıda
yemek yedikten sonra ziyarete kapalı olan kaleyi tavaf edip, yerlerdeki çekirdek
kabuklarıyla memleketimizi anmak suretiyle Venedik duvarlarının/kemerlerinin
civarında dolandık ve bayılmak üzere otelimize ulaştık.
-Çitlekçilik-
Adadaki ikinci günümüzde – Cumartesi- öğlene doğru araç
kiralamacıyla önceden yazıştığımız üzere otelde buluştuk. Gelen görevli bize
uzun uzun bir takım hadiseler ve sigorta işlerini anlattıktan sonra, yazışıp
anlaşmış olduğumuz miktara ek olarak; ya kredi kartımızdan 1000 avro civarında
bir bloke konulması ya da paşa paşa günlük ekstra 10+ avro ödememiz gerektiğini
söyledi. Bloke durumunda hiçbir zarar vermezsek araca 30-40 gün içerisinde
blokeyi kaldıracaklarını, 10+ seçeneğinde arabanın üzerine işeyip
yakabileceğimizi söyledi özetle. Düşündük, taşındık ve 10+ ile lanet olsun
diyerek tokalaştık görevliyle. Araçla geldiğini sanıyorduk ancak araç, adamla
vedalaştıktan bir süre sonra geldi. Böylelikle hem planlanandan daha saçma bir
rakam ödedik, hem de 1 saatimizi yedik. Gitmeden önce çok hoş sohbet
yazıştığımız sevgili Caravel’e
tatil dönüşü hayal kırıklığıma ilişkin elektronik bir mektup döşendim ve inanılmaz bir
şekilde yanıt almadım.
“Neyse araba da tertemizmiş!” avunmalarıyla batıya,
Rethimno’ya devam ettik. Buradaki otelimiz Barbara Studios’a web üzerinden vurulduğum için iki günlük rezervasyonumuz vardı. Otelde bizi
sevgili Panos kardeşim karşıladı. Kardeşim. Öncelikle ücretsiz park yerini
tarif ederek arabayı başka yere park ettirdi. Ardından kendisinin hazırladığı
“old city” haritasını vererek rehberlik faaliyetleriyle devam etti.
-Panos'un Haritası-
Pek kıymetli eşimle seyahatlerimizin odak noktası yemek
olduğu için öğle saatlerinin feci yakıcılığında Löplöpçüler ve başka
kaynaklardan öğrendiğimiz Avli’ye yollandık. Milimetrik hata ile Avli’nin küçük kardeşi
Raki ba Raki’da yemeğe gömülüp, üzerine irmik helvamızı yemek suretiyle otele
döndük.
-Raki Ba Raki-
Rethimno, denizlik değil ama konaklamalık ve yiyip içmelik
bir yer. Otelden kostüm değişikliği ile yürüyerek ulaştığımız plajın çok bir
olayı yok. Deniz, bir Antalya olmasa da serinletmeyen bir ılıklıkta. Plaj
civarı kesinlikle bakir değil. Minik ada geçmişimizdeki Midilli ve Sakız
plajlarından pahalı ama suya girdik mi, girdik. Akşam, Panos’un haritasındaki
mezecilerden Asikoko’da
yemeğimizi yedik. Kalabalık ve de turistik sokaklarda dolana dolana kendimizi
otele attık.
Pazar sabahı, kahvaltı sonrası Municipal Center ofContemporary Art’ta Borders/Crossroads sergisine gittik. Almanya maceramda hiçliğin ortasında Marilyn Monroe sergisine gittiğimden bu yana Avrupa köy ve kasabalarındaki müze ve sergilerin
varlığına hayranlık duyuyorum. 2015’te Midilli’de, Molyvos’ta The Municipal ArtGallery of Mithymna’nın güzelliğine denk gelmiş olduğumuz için Rethimno’yu araştırırken bu mekanı
gördüğümde notumu almıştım. Göçmen temalı ve böylesine özenli bir içerikli
sergiye denk gelmemiz –izlediğimiz/gördüğümüz olayların keskinliği bir yana-
çok kıymetli.
- Odysseia / Antoine D'agata-
Adada yönetsel bölgeler, dikdörtgen olarak ele alınabilecek
karada dikey dilimlere ayrılmış durumda.
- Bölgeler, bölgelerimiz..-
Sakız ganimeti 777 Greek Islands kitabının Girit bölümünde iç geçirten Preveli plajı, Rethimno sınırlarında ama
adanın tam güneyinde. Sergi sonrasında göçümüzü toplayıp güneye doğru yola
koyulduk, pek tabi Panos’tan yol yordam öğrendikten sonra. Adanın kuzeyinde
nispeten iyi bir otoban var, National Road. Takip eden günlerde güney
versiyonunu da gördük. Doğru çıkışı yakalamazsanız manasız sevimsiz betonarme
ve nadiren manalı sevimli köylerden geçerek güneye ulaşıyorsunuz. Sürekli
olarak hız limitleri değişiyor -60 km’ye kadar düşüyor-. Halen sistemi tam
kavradığımızdan emin değilim, henüz kameralara el sallayan bir fotomuz eve
ulaşmadı.
Preveli’ye giderken ilk başta sevimsiz yerleşim birimlerini
geçtikten sonra enfes bir vadiye çıktık. Dolana dolana bir park yerine ulaşıp
aracı bıraktık ve 400-500 adet pek tatlı basamağı inerek Preveli’ye ulaştık.
-Preveli-
Fotoğrafım, mekanı ifade etmeye yetmiyor. Kelebekler Vadisi
gibi, kara yoluyla ulaşımın olmadığı bir yer. Bir adet işletmeci yeme içme sağlıyor
ama konaklamak için herhangi bir altyapı yok. Geçmişin hippi mekanlarındanmış,
temsilcilerine de rastladık. Deniz harika ve fakat adanın genelinde olduğu gibi
kalabalık. Hissiyat için bir web fotosu koymakta sakınca yok. Vadi boyunca
yürümek mümkün ama biz sıcak sebebiyle biraz intro yapıp dönüşe geçtik.
Basamakları tırmanırken sanırım son 30 yılda yanmadığım kadar yandım
–soyulmalar devam ediyor-.
-Preveli (elalem ne fotolar çekiyor)-
Preveli'nin yakınında bir koy olan Plakias’ın da denizi ve cin toniğinden
eksik kalmayarak Rethimno’ya döndük.
-Plakias-
Sabah otelden ayrılmadan önce Panos’tan öz hakiki Avli’ye rezervasyon
yaptırmasını rica etmiştik. Kardeşim Panos, “emin misiniz, orası lüzumsuz
pahalıdır?” diye bize uyardı ama tatil şımarıklığımızı buraya sakladığımız için
kararlı durduk. Restoranın harika bahçesinde balkon havalı, havada bir yere
konuşlandık. Tadım menüsü istedik. Yemeklerin hepsi lezzetli olsa da kadayıfa
sarılı neli olduğunu tam çıkartamadığım patlıcan ve yediğim en güzel ahtapot
haricinde olağanüstü bir lezzetle buluşmadım o akşam. Tatlı için olan
heyecanım, portakal reçelli yoğurt getirmeleriyle yerlerde süründü. Ama
romantik mi romantikti, hamurumuzda çok yok, çok hoşuma gitti.
Old town’ın hemen sınırındaki parkta lokal lezzetler
festivalinde frenk inciri marmeladı, rakı ve lokal şaraplar tadıp pek de bize
hitap etmeyen canlı müzik sahnesini tavaf etmek ve harika bir barı ziyaret
sonrasında otele ulaştık.
Pazartesi sabahı, yüzümüzü Hanya’ya (Chania) döndüğümüzde,
canım kardeşim Panos birkaç telefon görüşmesiyle bize, bence Kaleiçi diye ifade
etmemde herhangi bir sakınca bulunmayan, Venedik Limanı’nın dibinde bir
lokasyonda Hotel Casa di Pietra’yı ayarladı ve
batıya doğru yolumuza devam ettik. Otele ulaştıktan sonra yürüme mesafesinde
bir plajda yine ılıkça bir suya girdik. Otobüsle bir miktar daha uzakta ve
tahminen sahili daha düzgün bir plaj daha bulunuyor. Otobüse binmeye
üşendiğimiz ve hasbelkader otele yakın park yeri bulduğumuz için ılık suya razı
geldik. Otelin sokağı, barlar ve başka otellerle dolu ve canlıydı.
Gün batımında muhteşem sahile 3-5 dakikalık yürüyüşle
ulaştık. Adada o ana kadar bulunduğumuz en kalabalık yer olmasına ve “guru
gayısıyla ceviz yi diyorum, dinlemiyor” diyerek dolaşan hemşerilerime rağmen,
Hanya son derece güzel bir yer.
-Hanya-
-Hanyamız-
Sahili birkaç kez turladıktan sonra gitmeden önce adını
okumaya çalıştığımız ancak görünce “ha evet, burası” diyebildiğimiz Chrisostomos’ta
akşam
yemeğimizi yedik. Gayet düzgün ve başarılı bir yerdi. Yemekten sonra sokakları
iyice tavaf edip, otelin yan sokağında harika bir bar bulup, Girit’te prosecco
bulmanın –ve de İtalya/Almanya fiyatına bulmanın- tatlı sarhoşluğuyla geceyi
sonlandırdık.
-Chrisostomos-
Sabah yürüyüşümde sahili tavaf edip, biraz da şehrin içine
girip, Bourdain’in börekçisini buldum. Ancak börekçi amca arkadaşıyla derin muhabbette olduğu için bölmeye
çekinip bougatsa’yı (peynirli çiğ böreğimsi) otelin karşısındaki kafede
tüketmek durumunda kaldım.
Tatilin kalanını daha az nüfuslu bir yerlerde geçirmek üzere
Chania’dan batıya, Falassarna’ya gittik. Deniz enfes görünüyordu, burada
kalalım diyerek En Plo’nun,
otelcinin iddiasına göre en küçük odasına –ki diğer odaların daha müthiş
olduğunu sanmıyorum- araçtan sadece o günü kurtaracak kadar eşya atarak sahile
geçtik. Deniz, gerçekten muhteşem bir temizlik, mavilik ve berraklıkta olsa da,
nedense lanetimizi de yanımızda gezdirdiğimiz için kumları tokat bombası yapan
bir rüzgar altında sahilde bütün gün uçmamayla ve denize girdiğimizde de
damladan yapılmış iğnelerle savaşmayla çabaladığımız bir gün geçirdik. Sorduğumuzda,
bu mevsimde böyle bir rüzgarla hiç karşılaşmadıklarını söylediler, onore olduk.
-Falassarna-
Falassarna’da birbirine son derece mesafeli birkaç otel ve villa
dışında, ne zaman açık olduklarını kestiremediğim iki market gördüm. Akşamüstü nispeten
tepelik bir noktada, şapkamı başıma bağlamadığıma pişman şekilde günü batırıp,
En Plo’nun biraz üzerinde kalan Adam’da rüzgarsız ve manzaralı bir yemek yiyebildik. Sabah yürüyüşe kalktığımda
rüzgarın hızından bir şey kaybetmediğini görünce, erkenden toparlanıp dillere
destan Elafonisi’ye ulaşmak üzere adanın güney batısına doğru yola çıktık. Yolda,
Sfinari’de açık bir pansiyona yanaşıp kahvaltı verip vermediklerini sorduk. Hayatımın
en unutulmaz kahvaltısını burada ettim. Bir kase bal, bir tabak ballı yoğurt,
tereyağı, marmelat ve reçel. Ve en unutulmazı olan siyah çay niyetine vermiş
oldukları ballı adaçayı (adaçayı ile ilişkim nefret boyutundadır). Zeytin-peynir
ikilisine daha fazla hasret duyamazdım. Bal gerçekten çok lezzetliydi. Alalım diye
düşündük ancak bu “tatlı” kahvaltıya adada bir kahvaltıya verilebilecek en
fahiş ücreti ödediğimiz için başka bir yereli zengin etmeye karar verdik.
Köyden ayrılmadan küçük bir kavanoz bal aldık ve tatil dönüşü denememizde pek
de müthiş bir lezzetle karşılaşmadık.

-Çok tatlıyız!-
Saat 09.30 sularında Elafonisi’ye ulaştığımızda 1000+ insan park ediyor, tuvalet sırası bekliyor, sahile yürüyor,
denizde yürüyor ve ayakta şezlong sırası bekliyordu! En azından soğuk bir şey
içelim diye oturduğumuz 10-15 dakikalık sürede 1000 kişinin daha geldiğini
tahmin ediyorum. Gerçekten harika görünen denize girmezsek hayatımızda bir
şeyin eksilmeyeceğine karar verip çılgın kalabalıkla vedalaşıp arabaya
kendimizi zor attık. Kıymetli eşim, “senin içine sinen bir yer bulana kadar
devam edeceğiz,” deme gafletinde bulunduğu için –ben de biraz vicdansız
olabilirim- dört buçuk saatlik bir yol sonrasında Matala’ya ulaştık.
-Matala Plajı-
Matala, biraz da mağaralı koyu sebebiyle zamanında Girit’in
bir başka hippi mekanıymış. Halen birkaç hippiye rastlamak mümkün olsa da lokal
insandan çok Alman görmüş olabilirim. Önce sahilde bir yerlerde karnımızı doyurduk,
sonrasında ilk baktığımız Hotel Sofia’yı uygun bulup eşyalarımızı taşıdık, sonrasında sahile dönüş yaptık. Deniz gayet
güzel ama son derece kayalıklı. Bir miktar açıldıktan sonra yeniden ayak
basılabilecek yükseltilere denk gelebiliyorsunuz. Plaj işletmesi belediyeye
ait, biz öğleden sonra ulaştığımız için bizden ücret talep etmediler. Yiyecek
içecek için gördüğüm kadarıyla sahile servis yok ancak kumsalın hemen bitiminde
dizili lokantalardan gidip istediğinizi alabiliyorsunuz. İlk defa burada
gördüm, engelliler için tekerlekli sandalyeyle kumsala iniş için rampa ve özel
olarak ayrılmış beton zeminli özel şemsiyeli yerler mevcut. Çöp ve geri dönüşüm
kutuları da ulaşılabilir aralıklarla serpiştirilmiş.
Matala Beach Festival biz gitmeden önce gerçekleşmiş. Festival sırasında yollardaki zemin resimleri
yenilenmiş. Rengarenk yollarda yürüyorsunuz.
-ah ah!-
Akşam yemeğinde Scala’ya
gittik. Yeri, manzarası, servisi, lezzeti ile gerçekten 10 numara bir yerdi. Açlıktan
biraz gözümüz döndüğü için yemekleri bitiremedik. Porsiyonlar iddialı, bir
balık/deniz mahsulü ve 1 meze ideal olabilir, 2 kişi için. Yemek sonrasında bir
şeyler içmek için dolandığımızda çoğu yer futbol izleme halinde olduğu için sahildeki
Babayaga’da
bira molası verdik. Gündüz dolaşmasında pek çok insan olmasına rağmen,
gittiğimizde mekanın tek müşterileri olarak rock’lı biralarımızı içip otele
döndük.
-Mirtos-
Sabah güzel bir pastanede kahvaltı ettikten sonra bir miktar
daha doğruya gidip güzeller güzeli Mirtos’a ulaştık. Mirtos az haneli, az
turistli, enfes denizli. Tabi ki son deniz günümüz olduğu için en güzel denizi
o gün bulmamız gerekiyordu. Önce karnımızı doyurduk, ardından birkaç yeri dolaştıktan
sonra Mirtos Otel’e yerleştik. Kiralık odaların/dairelerin daha uygun fiyatlı olduğunu düşünmemize/duymamıza
rağmen muadillerinden daha uygun fiyatlı ve konforlu bir oda bulduk. Doya doya
denize girdikten sonra bol fitbollu bir yemek yedik sahilde. İç kısımda
gündüzden gözümüze kestirdiğimiz Platanos’ta
enerjimizi sonlandırana kadar harika şarkılar dinledik ve gece yarısından epey
sonra, müzik devam ediyor olmasına ve tüm Mirtos halkının dükkanlarını kapatıp
mekana akın etmesiyle ortamın iyice şenlenmesine rağmen yalpalaya yalpalaya
otele ulaştık.
-Platanos-
Mirtos öyle küçük ki sabah yürüyüşümde kendimi yürümüş
hissetmek için aynı sokakları birkaç kez dolanmam gerekti. Otelde kahvaltı
ettikten sonra doğuya doğru yol almaya devam ettik. Önce Ierapetra’ya ulaştık. Pek
otantik bir havası olmadığı için vakit kaybetmeden yola devam ettik. Sonra Agia
Nikolaos’ta bir frappe molası verip, biraz da öğle güneşinde kavrulup Heraklion’a
dönüş yoluna koyulduk. Heraklion’a ulaşınca ilk olarak Knossos antik kentine
gittik. Adada harcadığımız en lüzumsuz enerji olduğunu söyleyebilirim. Minyon’ların
pek önemli tarihi mekanına 1900’lerin başında “giren” Sir Arthur Evans, “bence
burası böyledir, şurası şöyledir,” diyerek mevcut yapının üzerine eksik
kalanları kondurmaktan kendini alamamış. Betonlar dökülmüş, yamalar yapılmış,
duvar resimleri tamamlanmış. Ve burası sergilenen bir yer haline geldiğinde “X
mekanının A bölümü orijinaldir, B bölümü Sir’ün estetik değerlerini yansıtır,”
minvalinde herhangi bir açıklama konulmamış. “Bu muydu?” ağız tadı
kaçmışlığıyla, önce Heraklion merkeze, ardından Archaeological Museum of Heraklion’a
ulaştık. Müze, Knossos
sonrası iyi gelmiş olsa da gitmesem hayatımda bir şeyler eksik kalır mıydı,
emin değilim.

-Phaistos Disc-
Heraklion’da bu sefer El Greco Hotel’de kaldık. Merkezi
olması dışında tek bir olumlu (oda kokusu yerine kirli kül tablası bırakılmış
olması vb.) özelliği olmayan otelden kesinlikle uzak durulmalı. Akşam yemeği
için Peskesi’ye gittiğimizde yer bulamamız sebebiyle epey dolanıp, hadi burası
olsun diye bir yerde orta ayar bir yemek yedikten sonra müthiş otelimize geri
döndük.
Girit’te tam bir hafta geçirdikten sonra, enfes bir gün
geçireceğimiz Atina’ya gitmek üzere Heraklion’dan ayrıldık.
Notlar ve özet:
Heraklion tam bir zaman kaybı. Hanya’da da havalimanı var. Ulaşımı nasıl bilmiyorum ancak yormayacağını tahmin ediyorum.
Dağlarda şarap üreticileri var. Uygun saatte geçmediğimiz için durup yemekli şaraplı molalar veremedik. Ev şarapları, Midilli’de içtiklerimize kıyasla daha az lezzetli olmakla birlikte güzeldi. Şişelenmiş meşhur şaraplarını da denedik ama pek tatmin edici bir sonuca ulaşamadık.
Kuzeyde, güney doğunun küçük bir kısmıyla ve doğuda “national road” olarak tabir ettikleri otobanımsı yollar mevcut. Hız limitleri sürekli olarak değişiyor, çok sık kamera var. Tatilden döndükten 20 gün sonra halen ceza gelmemişti ancak adada/Atina’da kredi kartının kopyalandığını fark ettiğimiz için kart iptal edildi. Girit bizi affetsin. Kuzey-güney (güney-kuzey?) doğrultusundaki vadilerden dolayı olabilir, batıda ve güneyde sahil boyunca takip edebileceğini yollar bulunmuyor. İlla ki dağ yollarına ve/veya kuzeydeki “national road”a uğramak gerekiyor. Kısa mesafeler, uzun zamanlar alıyor. Adanın kuzey doğusuna uğramadık, o bölgenin yolu hakkında bilgim yok. Yerel birilerinden bir konumdan diğerine yol almadan önce “national road”un hangi çıkışından dağ yoluna çıkılması gerektiğine dair bilgi almak hayatı güzelleştiriyor.
Kimi bölgelerde benzinlikler seyrek yerleşmiş. Çok maceracı olmayıp tedbirli yol almakta fayda var.
Daha önce bulunduğum hiçbir yerde aynı çeşit ağacın bu kadar çok sayıda ve bir arada görmemiştim. Falassarna tarafında ilk defa "dağ taş zeytin"le karşılaştım ancak güneye ulaştığımızda, Matala'ya giderken ve Matala-Mirtos yolunda, "dağ taş"tan daha büyük alanlarda zeytin ağaçları gördüm. Uğramadığımız kuzey doğu bölgesinde zeytinyağı üreticileri var. Başka mekanlardan yağ edindik. Zeytinlerde mutluluğu bulamasam da hafif acı zeytinyağları gerçekten çok leziz. Taşımaya değer.
Ayvalık ve civarında yediğimiz Girit mezeleri, Girit’teki mezelerden çok daha çeşitli ve lezzetli. Horta’yı sevemedim, ot yemeye çok hevesli olmama rağmen. Girit ezmesi denen şey, Girit’te yok. Buralarda da yemediğim için eksikliğini hissetmedim. Ama etleri, balıkları, deniz mahsulleri her zaman harika.
Bir daha gelir miyim? Sanmıyorum. İzmir veya İstanbul’da yaşasam, uzun haftasonları için Hanya’ya yeniden gitmeyi düşünebilirim ama Ankara’dan gidip gelmek güne –THY şaka yapınca gün+geceye- mal oluyor.
Yine de sevdim seni, Girit. Sen de bize gel.