17 Ağustos 2011 Çarşamba

Ingolstadt'ta 90 Günüm

Bir vakit yazmaya niyet ettim, sonrasında üzerime gelen uyuz eşekliği yazmama mani oldu. İlk önce şu kısmı yazmışım:

Bilgisayarımın beni terk etmeye meyletmiş olması, ağ bağlantılarına karşı kendisinin geliştirmiş olduğu duyarsızlık ve benim bunu değiştirmeye yönelik en ufak bir yönelimimin olmaması sebebiyle pek uzunca bir süredir buraya yazamadım. Buraya yazamadığım süreçte parmaklarımın dilleri şişmesin diye bir takım mektuplar döşendim, pek mesudum bu açıdan.



Bir süredir yüzünü göstermeyen ve beni bunalımdan bunalıma sürükleyen güneşin şu an tepemde helva kavurması, sevgili arkadaşım Ş.Z.'nin (32) bana bilgisayarını bırakıp yerel bir festivalin izini sürmesi, az sonra bitireceğim roze şarap vesilesiyle yazmaya başladım.
İç karartan odamdan foto makinasını alıp ara kablosunu almadığım için görselsiz bir metne imza atma hazırlığı içerisindeyim.
5 gün sonra bu memleketle bilinmeyen bir süre için vedalaşıyorum. Umudum ve onun beslediği inancım bir süre sonra tekrar bu semalarda balonlarımı gezdirmek yönünde.


Canım arkadaşım A.N.Ç.(31) Ingolstadt hayatımdan bir fotoroman beklese de şu şehirde nadiren foto çektim. Sevmemek, beğenmemek değil bu kibrimin sebebi; fotoğraf makinasıyla bir türlü samimiyet kuramamaktan, Japon turist benliğinden bir hayli uzak durmamdan. Hâlbuki sevgili babam pek küçümen olduğum yıllarda, bir yılbaşı öncesinde canım kız kardeşimle yılbaşı hediyemiz için sorduğumuz ardı arkası kesilmez sorularımızdan "ne renk?" sorusuna "her renk" cevabını verip soru işaretlerimize soru işareti eklemiş ve 24 poz çeken bir fotoğraf makinası almıştı bize ama yine de bende gelişmemiş bir alışkanlık fotoğraf çekme hadisesi.


Şu son karanlık haftaya kadar Ingolstadt, hakkını vermem lazım, beni pek üzmedi. Küçük, kolay bir şehir. Başlarda İngilizce bilen garson arayışıyla zaman harcamış olsak da sonrasında birkaç küçük Alaman sözcüğünü öğrenerek temel gıda ihtiyacımızı karşılayarak -maşallah- 3 ayı ölmeden geçirdik. Bu esnada marketlerden tuz yerine sarımsak tozu almış olabiliriz ama bunlar ufak dil kazaları.


Ingolstadt benzerleriyle kıyaslandığında görece büyük bir "ilçe". Geldiğimizden bu yana 1 hafta sonunu neye yönelik olduğunu bilmediğimiz herhangi bir festivalsiz geçirmedik. Hemen hiçbirini ziyaret etme ihtiyacı duymadım. Şarap festivali olduğunu sonradan öğrendiğimiz okazyonda bira içen bir milletin hemen her festivalini bira içmeye adadığını düşünmekteyim. Octoberfest şu an itibariyle herhangi bir anlam ve özlem içermiyor bünyemde. İÇİLECEK diyebilirim sadece.


Bu maceram öncesinde görmüş olduğum tek Avrupa şehri Brüksel'di. Çok sevdiğim kıyaslama eylemiyle daha güzel bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Sokaklar daha temiz, doğa daha güzel. Evet, büyük değil; evet, tam anlamıyla gezemedim Brüksel'i ama daha içten bir şehircik.


Sevgili Tuna Nehri havaların ısınmasıyla bir sinek yuvası oldu. O parktan bu parka sürdürdüğüm akşamüstü yürüyüşlerimde nehir kenarına ulaştığımda ağzıma gözüme dolan sineklerin kas kitleme katkısını yadsıyamam. Doğayla barışık, mahlûkatla iç içe hayat. Sevgili kız kardeşimin ziyareti esnasında karşılaştığımız ceylan ve tavşan evlatlarını, görevli bulunduğum güzide şirkette ofis binamın hemen yanı başında spatula kılıklı koca kuyruğunu endamlı endamlı sallayan kunduzu da anayım bu noktada.



Evet, böyle yazmışım.


5 gün sonra Ingolstadt yağmur ve doluyla uğurladı beni. Nisan ve mayıs aylarını şortla geçirip çeşitli amele yanıklarına imza attıktan sonra haziran ayında bot/çizme-polar birlikteliğine dönüş yapmam güneş seven bünyemi biraz huysuz yaptı. Haziran ayında, İsa sağ olsun, bir dolu tatil vardı ancak ilk tatilde –asansiyon- Lozan’a gidebildim. İyi ki de gittim, Lozan ayrı bir başlığı hak ediyor.



Ingolstadt’ı sevgiyle anıyor muyum, peki? Anabilirim. Elinden geleni verdi bana bu şehir, benim almaya niyetli olduğum kadarını. Savaş/silah, tıp, çiftçilik (?) müzesi gibi muhteşem yerlerini gezme gereği görmedim. Ayağımın, bacağımın dayandığı kadarıyla, yürüyebildiğim kadarıyla gezdim şehri. Bir seferinde şehrin bitişine ulaştım, çok eğlendim kendimle, tabi aynı yolu gerisin geri dönüp ilk su satan yerde 5 dakika satıcıyla cebelleşip, dehidre olma riskini atlattıktan sonra (kırmızı diz operasyonu).



Çok güzel ıslandım, Ingolstadt’ta. Ayakkabılarımın içleri dışları pırıl pırıl oldu şakacı yağmurlarla.



Çok severek mektuplar yazdım. Gözüme bir yer kestirdim, keyfime bağlı olarak içeceğim her neydiyse onu yudumlarken mektuplar döktürdüm, zaman zaman hafif sarhoş.



Az sayıda ama güzel birkaç insan tanıdım, hayatımın devam edecekse kalan kısmında da görüşmek isteyeceğim.


Sanırım hayatımın en güvenli üç ayını geçirdim. Kılığıma dikkat etmedim, istediğim saatte istediğim yerde dolaştım, çantamı kollayıp durmadım, barda saatlerce yalnız oturup kimsenin lüzumsuz lafına sözüne maruz kalmadım. Tam da olması gerektiği gibi.


İlk konaklama yerim –birkaç günlük otel sefaletinden sonra- birlikte orada bulunduğum diğerlerinin çok beğenmediği, benimse evim gibi benimsediğim bir yer oldu. Mart ayından Almanya seyahatine kadar kardeşimin salonunda mülteci hayatı sürdüğüm için kendime ait bir alanımın olması beni gayet mutlu etti. Küçük balkonumda güzel kitaplar okudum, karşımda hemen her gün alakasız bir müzik türünü dinlettiren dans okulunun penceresiyle. Kuşlar bıcırdadı tepemde. Geceleri köşedeki Irish Pub’dan çıkan gençlerin neşesine zaman zaman güldüm, zaman zaman sövdüm. Merkezdeydi, sevmiştim (ühü).



Sonrasında kendimce ekonomi yapmak, kaynaklarımı bol tatilli haziran ayı gezmelerine yönlendirmek üzere bir başka bir konaklama yerine taşındım veee sığamadım!! İşletmeci odama ilave dolap koyduğu halde sıkış tıkıştım. Az eşyayla yaşamayı öğrenmeyi hedeflediğim bu macerama yaklaşık 60 kg eşya ile başladığım yetmezmiş gibi arada Türkiye’ye gidip gelenlerin getirmiş olduğu pabuçlar, kılıklar, kitaplar ile mal varlığım daha da çoğalmıştı. 9 yılımı heba ettiğim yurt yaşantımı sıklıkla andım bu dönemde, sürekli bir sığışma çabası, her daim dağınıklık –hâlbuki ne derli toplu insanımdır-. Haziran ayının muhteşem gri havası da bu daracık odaya eklenince en bayık evrelerimden birini yaşadım. İşten çok geç çıkıp, bazen yemek dâhi yemeden gelip odama kapanarak iç karartıma, karartı ekledim. Sonuç olarak bu maceramda az eşyayla yaşamayı değil, içime sinmeyen bir yerde yaşamamam gerektiğini öğrendim. Aferin bana.


Almanya hikâyemin ikinci bölümüne Münih’te devam etme arzusundayım. Bakalım başarılı olacak mıyım?





16 Mayıs 2011 Pazartesi

Yaşlılık Alametleri

Ece Temelkuran'ın -kendisinin affına sığınarak ismini hatırlamadığım- Muz Sesleri'ndeki kadın karakteri çiğnediği ekmeği, düşen kız çocuğunun beresine yapıştırıyordu.




Zaman zaman annemin veya babamın repliklerini çaldığımı fark ediyorum; bir yakınımın sağlık, konfor vb. bir "haliyle" ilgili "yaşlı" bir uyarı veya temenni (temenni derken?) cümlesi kurduğumda. Büyük konuştuğum hemen her şey gelmiş olabilir de başıma, keşke zaman zaman tüyler ürperten ebeveyn repliklerinden, davranışlarından uzak kalabilseydim. Yaş ilerledikçe annem, ananeme benziyor; ben anneme yaklaşıyorum. Tam bir dönüşüm büyükten küçüğe; huysuz-huylu-huysuz tabiatlarda olduğumuz için şükür ki gerçekleşmiyor. Yoksa çoktandır ana kraliçeliğini yeraltında sürdüren Mual'i anneme çekiştirmenin zerre keyfi kalmazdı.




Kasaba tembeli olalı, küçük şehirli konforlarımdan manikür/pedikür güzelliğinden ayrı düştüğümden, ayak başparmak tırnaklarım pek bir sıkıfıkı oldular kendilerini çevreleyen etlerle. Birkaç gün direndim, baktım olmuyor, babamı arayıp sihirli haşlanmış soğan tekniğini öğrendim, uyguladım, rahatladım.




Kadın ekmeği çiğnemiş, az bile..


-sonra da küstah kraliçe "sargı bezi yoksa ince çorap yiyin!" demiş, damarları ööööyle şişmiş-






30 Nisan 2011 Cumartesi

İlk Canlanma Belirtisi: Stuttgart

Paskalya "tatilimi" başta Sevda aplamla geçirmeye niyet etmişken sonrasında in-binli tren seferlerinin pek de fizibal (bence böyle olmalı bu sözcük) olmadığına kanaat getirdik. Sonrasında hızlı bir planlama ile (ki bugünlerde her türlü plan kaşıntı yaratıyor) yüzümü çok sevgili arkadaşlarım A.A.Ö. ve D.Ö.'ye, Stuttgart'a çevirdim. Onlar da diğer yanaklarını uzattıkları için yüzsüzlüğüm çok göze batmadı.




Süper beceriksiz bir insan evladı olduğum ve sıfır navigasyon (seyrüsefer) yeteneğim olduğundan kelli pek bir endişeli gittim, Ingolstadt tren istasyonuna. Dedeciğimin "otobüs bizi beklemez, biz otobüsü bekleyelim" mantığına istinaden 20 dakika kadar güneşin alnında bekledikten sonra sevgili ilk trenime bindim. Sevgili Latife Tekin'le güzel güzel zaman geçirirken, Augsburg'da aktarmaya yaklaştıkça içimdeki beceriksiz, heyecan kardeşini de alıp su yüzüne çıkmaya başladı.




Burada adama sormazlar mı: Kadııın, kadıııın! (sorulan özne değişti bir anda) Sen değil misin 15'inde evinden ayrılan (keşke bunu artiz olmak için yapsaymışım okumak yerine), otobüslerde savrulan, trenlerde uyuyan, vapurlarda bulanan?




Evet, tamam öyle ama ben bu adamların dilini anlamıyorum. Anladığım bir ikinci dil var, onlar da sağolsunlar pek kullanmıyorlar o dili. Anlamayacağım, gidemeyeceğim, bilmemne diye sonra bir heyecan, bir ateş basması (gerçekten de menepozla geçecek miydi?).




Neyse, doğru trene bindim, yerimde oturan genci kibarca yerinden kaldırdım, Stuttgart'a ulaştım ve D. ile buluştum. Yol boyunca yeşil tarlaları, güzel binaları izleek yerine kitabımı okumaya devam ettim. Şimdi pek tabi ismini hatırlamadığım küçük bir yer çok hoşuma gitti, sanki az daha ilerlesek denize ulaşacakmışız gibi hissettirdi. D. anlattı. A. benim böyle pek hoşuma giden bir caddeyi Ankara'ya benzetiyormuş, sanki karşısına deniz çıkıverecekmiş gibi geliyormuş. A. denizli kentte büyüdüğü için aynı yerde, benzer çağrışımları farklı katmanlarda yaşıyoruz sanki.




Efendim, D.'yi 1 yıldır, A.'yı 4 yıldır görmez imişim. Ne güzel geldi onları görmek! Tabi küçük kasabamızda da sevdiğimiz arkadaşlarımız mevcut ama böyle dilindeki sözcüğü sakınmadan konuşabilmek ne güzel. A.'nın misafirleri vardı, uzaktan ortak tanışlarımız olan, kafası çalışan ve benden çok bilen güçlü kadınlar. Bu paskalya "tatilinin" en güzel yanı benden "gerçekten" daha fazla bilen insanlarla görüşmem ve tanışmam oldu. Böyle birileriyle sohbet ederken bir şeyler öğrenmeyeli, birşeyleri öğrenmek için içimde heves uyanmayalı, karşımdakinin bilgisini benimle paylaşırken ezmeden/böbürlenmeden sadece sohbete odaklanmasına hayranlık duymayalı epey zaman olmuş.




Tatile gebe olan hafta canım Aslı Erdoğan'ın Bir Delinin Güncesi'ni okuduğumdan, arkadaşlarıma kavuşana kadar geçen zamanda içimden (ah Herzog!) sürekli mektuplar yazıyordum ona, geceleri saçma sapan rüyalr ve kabuslar görüyordum. Okuduklarımı ve hissettiklerimi bu güzel kadınlarla ve adamla konuşailmek en azından rüyalarımı sakinleştirdi. Hiç değilse rüyalarımı.




İlk gecemizi yorgunluktan bayılana kadar uzattık, ertesi sabah enfes bir kahvaltı sonrası kadınlarımızı uzaklara, bir haftalık bir kampa uğurladık. A.'ya doyamadım ama onun o yaşam saçan gözlerinin ve yaramaz çocuk gülüşünün tadına az da olsa vardım.




Canım D. bana neler yapabileceğimiz ve nereleri görebileceğimiz hususunda bir brifing verdi (belgelerle konuştu). Pazar günü beklediğimiz yağmur sebebiyle müzeleri pazara, kendimizi güneşli sokağa attık.




Merkezi tren garının (yerli diliyle Hauptbahnhof) yerine yapılması planlanan yeni projenin tanıtımlarına baktık (görmedim, baktım). Bakakalmış da olabilirim çünkü projenin sevimli görünmesi için yapılan modeller, görseller, inip kalkan platolar pek bir "süslüydü". Halbuki yakıverseler Haydarpaşa gibi, ne olur sanki? Proje karşıtları da enfes işler yapmışlar, bu "rekreasyon" ile pırıl pırıl edilecek parkta çadırlar kurmuşlar, çeşitli etkinlikler düzenlemişler, panolar hazırlamışlar.. Sanırım fikir beyan etmeye yönelik bu özgürlük en çok imrendiğim hadise bu memlekette veya genel olarak özgürlükler (sokakta gece vakti yalnız kadın özgürlüğü). Kimsenin bu "karşıt" görüşlü topluluğa "tuz döktük, inanmayan yolları yalasın" dediğini zannetmiyorum.




Kral Wilhelm efendinin eski ve yeni saraylarının avlu ve bahçelerinde dolandık, sokak aralarında güzel binalara takıldık, küçük sevimli sokaklara ve özenli apartmanlarla uzayan caddelere ağzımızı ayırdık. Şehrin sokaklarını yayan gezerek alabiliyorum o şehrin havasını, girince turistik ve de gözde mekanlara afakanlar basıyor.




Pek hoşuma giden, bende Gümüşsuyu etkisi yaratan bir bölgeye gittik, merkez turumuzun ardından. Kiralık olduğu duyurulan evlerin cırt diye tutuluverdiği gözde bir yermiş. Caddeyi tırmanıp şehri tepeden gören ama mütevazılığı da elden bırakmayan bir bira bahçesinde uzun bir sıra bekleme operasyonu sonrasında biralarımızı yudumlayabildik. Bu kadar bira ve patatese rağmen zayıf kalabilen Alman ırkının sırrının gazlı su içmekte olduğu bir kez daha beyan etmek isterim. Başka bir bilimsel açıklamayı kabul etmiyorum.




Bize katılan D.'nin arkadaşları ile merkeze dönüp, bir miktar dönüp dolaşıp -bayram vesilesiyle kapalı olan mekanlar- bir Thai restoranında -Floating Market- pek lezzetli yemekler yedik. Biraz da gün batımında merkezi turladıktan sonra eve döndük.




Cumartesi günü gündüzü herhangi bir harekete katılmayı redderek geçirdim. Önümde cereyan eden voleybol ve basketbol oyunlarına bir fidanın gölgesinden serin ve uzak bakışlar fırlattım. Akşam yemeğinde yöresel bir yemek -ki adını hatırlamadığım için umarım bana alınganlık etmez, kendisini hep iyi anıyorum- yiyerek kırmızı etle olan hasretimi giderdim. Akşama doğru bozan hava, bizi ilk etapta eve yollamış olsa da sonra D.'nin üstün sabrı ve ittirmesiyle gecenin bir yarısı dışarı çıkmayı başarabildik. Şvab (yerliler gibi yazamayacağım) mahallesindeki Bar isimki bara gittik. Clark Kent'in karimaztik ve bir o kadar soğuk bir yansımasını yüzünde taşıyan barmenin tam olarak burnunun dibine konuşlandık, Bar'ın barında. İçinde ne olduğunu anlamadığımız Tibet isimli bir kokteyl rica ettim kendisinden. Shaker malzemeleri koyduktan sonra minik bir şişeden bir de sprey sıktı sıvıların üstüne, bir güzel çalkalaıktan sonra -en berbat kokteyl yapım anlatımı ödüllerine adaylığımı koyuyorum- servis etti. Enfes olduğunu söylemem lazım. Sonra bu suratsız adam beni utandırmak için Pina Colada ikram etti. Kişisel acıklı tarihimde ismen yer etmiş olan bu güzide kokteyli de tatmış oldum böylelikle.




Enternasyonel gecemize bir Irish Pub'da devam ettik. Biz, Irish barmaid ve de İtalyan iki amca Michael Buble dinledik sakin sakin. Sonra barmaidimiz bizimle uzun uzadıya muhabbet etti. Kendisinin planladığı Majorca tatilinin güzel geçmiş olmasını umut ediyorum.




Şvab mahallesinden salına salına merkeze yürüdük. Üçüncü mekanımız bar niyetiyle yöneldiğimiz her kapının cıstak klüpler olması ve de acımış olmamız sebebiyle bir dönerci oldu. Son birkaç haftadır düşen kolesterolümün yerine geldiğini hissettim, yağlı döneri misler gibi götürürken. 03.33 otobüsüyle eve dönerken gözlerimin kapanmasını, D.'nin "uyur kalırsak merkeze geri döneriz otobüsle!" uyarısı engelledi.




Pazar günü beklediğimizin aksine pek güneşli olunca, müzeye gitme planımızı bilinmeyen bir tarihe öteledik. Uzunca bir kahvaltı sonrası pılımı, pırtımı topladım; önce D.'nin çalıştığı enstitüye uğradık. Güney Afrika'da yürüttükleri proje kapsamında yaptığı seyahatleri anlattı, ülkenin yakın tarihi ve etkileyici fotoğraflar eşliğinde. Sonrasında merkezi parkta -aile kabristanı gibi bir melodisi var bu sözcük ikilisinin- bira ve patatese doyup, edebiyat dedikodularımızı edip merkez istasyona yollandık.




Yine foroğraf çekme özrümle yüzleştim. Kaybolmadan da kasabama döndüm. Aferin bana.



-Gümüşsuyu efekti-






-kapının her iki yanını süsleyen yazılar bende Lanark çağrışımı yaptı-





-opera binasının yanındaki havuzcuğun etrafındaki heykelleden birisi. bana göre en güzeli-






-yeni istasyon projesi karşıtlarının merkezi parktaki panolarından-






-kral efendinin eski sarayının avlusu. ben olsam buradan yeni olana hayatta da taşınmazdım, pek güzeldi bu saray.-


13 Nisan 2011 Çarşamba

Enternasyonal*




Sanırım şehirden çok yeni yaşantım veya mevcut yaşantımın yeni eklentilerine daha çok takılıyor aklım.





Mesela hemen herkesi birisine benzetiyorum. Yani uyuz eşeklik yapmıyorum, arada lafa karşıyorum, kendimi ortama müthiş yabancı hissetmiyorum ama sanki birilerini birilerine benzetince içim rahatlıyor. Rahatsız mıyım?





Misal, ofis arkadaşım A.G-G.; mimikleri, el hareketleri şu an aynı develete bağlı kocaman toprakların uzak diyarındaki canım arkadaşım B.U. (36) sürekli karşımdaymış gibi hissettiriyor. B.U. biraz sakin konuşur, A.G-G. konuşabildiği her dili boğulacakmışçasına nefes almadan konuşuyor.




Diğer ofis arkadaşım T.V.'yi de şiddetle birisine benzetiyorum ama henüz kim olduğunu çıkartamadım.





Bugün toplantımıza Fransa kırlarından iştirak eden D.L., eski iş tanışlarımdan birisinin aynısın az uzunu. Temiz yüzlü, mavi gözlü, çok çalışkan mühendis tiplemesi.. bırrr..





Ofis arkadaşlarımla oynamak üzere piyes tadında fıkralar hazırlamayı planlıyorum yakın gelecekte. Bir Türk, bir Fransız ve bir İspanyol bir gün amirleri (bir) Alman'ı odasında ziyaret etmişler.. Gerçekten mühendislik hadisesinde zerre espri yok, çok bayık. Ancak kendi şapşallıklarımla eğlenebiliyorum. Bugün yan ofisten ben x 2.5 ebatında bir amcam yemeğe çıkarken beni masamda gördü -ben, bir arkadaşımla yemeğimi yedikten sonra dönmüştüm ofise-. Yemeğe gidip gitmediğimi sordu, dedim "yidim geldim", onlarla da gidebileceğimi söyledi, o kadar iyi niyetliydi ki ya koşup göbeğine kafamı gömecektim ya da "a tabi bir ara yiyelim birlikte!" diyecektim. Ama ben şaşkın şapşallığımla "Bir gün yeriz tabi, ay dur dur, yarın yiyelim birlikte." dedim. Yarını heyecanla bekliyorum şimdi!






Şehir de güzel, bir ara anlatırım.





*:Düzeltildi.




10 Nisan 2011 Pazar

Yayınlanan Bölümlerin Özeti

İnternet erişim saçmalıkları, ara taşınma, bilgisayarımın cırk etmesi gibi sebeplerle ne sayfayı açabildim bir süredir ne de iki satır yazabildim.

Öncelikle zaman zaman hayatı bana zindan, evi kendine saray, beni kendine hizmetçi etmiş olsa da beyefendiler ötesi, üstün kişilik meziyetlerine haiz ve de son derece karizmatik kedim Marcus ile yollarımızı ayırdık. Ayrıldığımız zamanı takip eden yaklaşık iki aylık süreçte yerim yurdum belli olmadığı için kendisini daha konforlu bir hayat süreceğini umduğum Aydan Ablası'nın yanına bıraktım. Yeni evine doğru ilerlerken yolda "Oğlum bak, ben annenim, o ablan olacak; sakın ona anne dediğini duymayayım!" diye tembihlerde bulundum, o da miaaav dedi, kaç saattir arabada olmaktan bunalmış bir halde.


Marcus'un en çok birlikte uyuduğumuz gecelerde totosuyla karnımı ittirip kendine yer açtığı, elimi de alıp yanağının altına koyduğu melek vakitlerini özlüyorum. Sol koluma her baktığımda gördüğüm yaklaşık 10 cm'lik bir iz ile Marcus'çum, hep yanımda olacak.


Marcus'u Aydan Ablası'na bıraktığımın ertesi günü çok kıymetli ikinci evimi topladım ve kendisini bir depoya tıktım. Toplarken/temizleme numarası yaparken gözümde çok büyüyen, çoğalan o eşyalar, bir depocuğa sığıverdiler. Taşıma firması uzmanlarının kübik olarak yerleştirdikleri malzemelerin, o depodan yuvarlak hatlarla çıkması muhtemel. Sığmıyorsa sıkıştırırız!


Evi boşlattıktan sonra çok sevgili kız kardeşime sığındım. Sağolsun, 2 aya yakın bir süre boyunca dağınıklığıma, o birşeyler okuyup yazmaya çalışırken kontrol edilemez bir şekilde bık bık eden çeneme, küçük kardeş şımarıklığıma -ablaaaaa, bana su verseneeeee- sabırla katlandı. Güzel yemekler yedirdi, bir güzel baktı bana.


En sonunda yolculuk vakti belli oldu ve 3 Nisan akşamı halen ne kadar kalacağım belli olmayan, güney Almanya'nın ah canım şirin şehri Ingolstadt'a ulaştım. Birkaç gün süper belirsizlikler yaşadıktan sonra 6 Nisan itibariyle 3. evime taşındım. Alman Lotto'sunun inceliklerini öğrenip, en azından önümüzdeki 3 ayı her karosu yaklaşık 100 avroya denk gelen bu küçük ama ay çok elegan evde geçirmeyi umut ediyorum.


Pek yakında Ingolstdat şehir rehberi.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Tesadüflere İnanmayan, Ağlamaya Hasret Kadın

Bir arkadaşımın isteği üzere Pazar akşamüstü (“akşamüstü”yü, “öğleden sonra”dan daha çok seviyorum, daha ileri bir saat olması bir yana, şiirsel geliyor kulağa) Aşk Tesadüfleri Sever’i izlemeye gittik. Yine kendimi aralarında süper genç hissettiğim (şirket sağlık sistemi bana 31 dedi, önceki hafta, çok bozuldum) bir izleyici kitlesi vardı. Belçim Erdoğan’ın oyunculuğuna dair hiçbir fikrim olmasa da son derece olumsuz önyargılarım var, ailevi bağlantıları sebebiyle. . Neyse.

Belçim Hanım’ın oyunculuğu, oynadığı rol kapsamında doğaldı –sarhoşluk sahnesi hariç-. Mehmet Günsur yine pek âlâ idi. Filmin ilk yarısında ara ara sızıntı yaptım ama bitmesine yakın ağlamaktan helak oldum. Filmin bitiminde salonun ışıklarını da hemen bir aceleyle yaktılar, ağzımı burnumu toparlamakta zorlandım.

Film romantik falan değil, bildiğim acıklı film (başkaları ne bilir, bilemem). Aile ilişkileri üzdü beni fazlasıyla. Tesadüfler, eh, biraz fazlaydı sanki.

Bir de Ankara Efendi var, filmde. Çok fena rol kesmiş. Bir kere aydınlık. Sonra zerre trafik yok. Manhattan'da düzgün grup çalıyor. Şinasi'nin önüne lank diye park edebiliyorsunuz. Değnekçiler yok.

Eski Ankara çok bildiğim bir karakter değil ama bu "80'lerde çocukluğunu yaşayanlar" temalı hemen her oluşumu destekleyen görüntüler mevcut. Ayda Aksel'in perması ve vatkalı kostümleri müthiş.

Canım yeniden ağlamk isterse, hiç çekinmeden yeniden izlerim.

23 Ocak 2011 Pazar

Mual

Bu fotoğrafı daha önce görmemiştim. Canımın yarısı İ.S.Ş. (31) görmüş "sosyal ağ"da; 10'lu yaşlarının ilk yarısında olan anamın halini, babamın tıpkıbasımı olan bana çok benzetmiş. Fotoğrafta eğik boyun trendinin kurucusu olan ben A.B.H.'nin, öncül bir pozuyla bakmış anacığım objektife, yine de benim dudak büzme beceriksizliğimden eser yok.

Huysuzluğumun X geninin menşei Mual, objektife bakma gereği duymamış. Sigarasını tüttürüyor, sanki içten içe bir şeye sinirlenmiş; ki hep dıştan sinirlenirdi, enteresan.

Şimdi Mual bir pazar akşamı araması yapsaydı, telefonda da olsa didişseydik keşke biraz.