midesiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
midesiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2016 Pazar

Girit

2015’te fena gezmedim. Merak ettiğim, görmek istediğim ve de hiç aklımda olmayan yerler gördüm. Seyahatler sonrasında hep yazmak istedim ancak her seferinde bir şey oldu. Sürekli bir şeyler oluyor ve o kadar çok şey oluyor ki, parmak oynatmaya bile erindiğim moral çöküşünün neden kaynaklandığını birkaç hafta içerisinde unutuyorum. Son seyahat sonrası çöküşün sebebini hatırlamaya devam ediyorum ve ömrüm boyunca hatırlayacağım.
 
Yıllardır nedensiz bir “Girit de Girit!” tutturması halindeydim. Ama hep çok uzak geliyordu ve tatil süresi yetersiz geliyordu (adanın tamamını gezmesem noksan yazarlar çünkü). Temmuz bayramı ideal zaman dilimini yarattı ve planımızı yaptık. En başarısız tatil planlarımdan birisi oldu. Hem çok vakit ayıramadım yolculuk öncesi çalışmaya, hem de sanırım doğru kaynaklara ulaşamadım.
 
Yönümüzü Girit’e dönmeye karar verdiğimizde THY’nin tatlı bir sürprizi ile karşılaştık ve sabah 06.10’da aktarmasız Ankara-Atina uçuşu ile harika bir zaman kazancımız olacak şekilde biletlerimizi aldık, beyimle. Ve fakat THY yine şaşırtmadı ve bu uçuşu tatile birkaç hafta kala iptal etti ve İstanbul aktarmasına mahkum etti bizi. THY’ye güvenerek Atina sonrası Girit biletimizi Agean Airlines’tan aldığımız ve uçağa yetişmemiz gerektiği için bir gece önce Atina’ya uçmamız ve bir gece fazla konaklamamız gerekti. THY, sağ olsun, benim ve pek çok yolcunun valizlerini İstanbul’dan Atina’ya getirememesiyle kendisine olan sevgimi bir kez daha çoğalttı.
 
Atina havaalanında iki adet firma kayıp valizle ilgileniyor. THY’nin (ve yanlış hatırlamıyorsam diğer Star Alliance firmalarının) yolcularıyla ilgilenen bankonun önünde 2 saat bekledikten sonra kayıp bildirimini yapabildim. Görevli, İstanbul-Atina uçuşlarında sıklıkla valiz problemi yaşandığını söyledi, ben de el çantama yedek eşya almadığım için kendi kendimi azarlamakla yetindim. Ertesi sabah Girit uçağı öncesinde –o vakte kadar İstanbul’dan 2 uçak daha gelmiş olmasına rağmen-valizimle kavuşabildim.
 
Uçuş iptali sebebiyle hava alanına yaklaşık 4 km mesafedeki Apartments Tina’da konakladık. Birkaç saatlik uyku için minimal konfor beklentisi içinde ulaştık ama mekan beklentimin üzerinde temiz ve konforlu çıktı. Pansiyon, hiçliğin ortasında olmakla birlikte havaalanından/havaalanına transfer sağladığı için fiyat performans bazında havaalanındaki otele kıyasla çok daha uygun. (havaalanı, havaalanı, havaalanı)
 
Atina-Heraklion (Girit) uçuşu, güzel manzaralı uçuş. Sürekli olarak bir takım adaların üzerinden uçtuk ve bu adaların nereler olduğu hakkında hiç fikrim yok. Heraklion’da kalacağımız otel, havaalanından otele yolun 13 € tutacağını söyledi. Mercedes’li taksici 10 € aldı bizden, yine bir çok sevesim geldi milleti. Iraklion Oteli’ne eşyalarımızı atıp, taze kavuşmuş olduğum valizimden temiz kostümlerimi giymek suretiyle kendimizi dışarı attık.
 
2015’te Roma çıkartması öncesi O.C.O.’nun yönlendirmesiyle tanıştığımız Triposo pek çok yerde hayat kurtarmıştı. Yola çıkmadan önce nasıl becerdiysem Bourdain’in parmaklarını yaladığı  Pantheon Restaurant’ı, Triposo’da Heraklion’un sanayi bölgesine yakın bir yerde işaretlemeyi başarmışım. Bu sayede, tam da öğle sıcağında, Heraklion’u bir uçtan diğer uca kat etmek ve restoranı bulamamak suretiyle, beyimin sanırım foursquare marifetiyle bulduğu Peskesi’ye ulaştık. Girit genelinde restoran tabelaları ya otantik ya da kreatif Girit mutfağını işaret ediyordu. Peskesi 2014’te açılmış ve havalı bir restoran olmasına rağmen otantik etiketindeydi. Gözümüz dönmüş bir şekilde pek çok şey sipariş etmeye meyilliyken, sevgili garsonun yönlendirmeleriyle daha az çeşitle doyacağımıza ikna olduk. Kuru arpa ekmeği ile yapılan Dakos ve salata siparişimiz, garsonumuzun salatada zaten Dakos ekmeği bulunduğunu söyleyerek muhalefet etmesiyle sadece salata ve Löplöpçüler’in anlata anlata bitiremediği tavşan olarak nihayetlendi. Önden “bizimki alıştığınızdan farklıdır” diyerek getirdiği cacık (salatalık yerine semizotu ile yapılmıştı) ve ekmek banmaya doyamadığımız yağları ikram edildi.
 
 
-Peskesi-
 
Yemek sonrasında, üzümle birlikte üzerine soğuk elma püresi gezdirdikleri tatlı bir peksimet üzerinde peynir kreması ve gülle tatlandırılmış rakı ikram ettiler. Girit’te uzodan farklı bir rakı daha bulunuyor. Sade haliyle koklamaya dahi yanaşamadığım, grappa sertliğinde bir digestive. Kaldığımız hemen her otelde, gittiğimiz restoranlarda yemekten sonra küçük bir şişe ikram edildi. Kimisi sadeydi, hiç yanaşamadım. Güllü, ballı ve yanlış hatırlamıyorsam çilekli olanları gayet başarılıydı. Her yemeği uzun uzun anlatan garsonumuz, son olarak mantinada’larımızı getirdi. Şeker hamuruyla rulo olarak tutturulmuş küçük bir kağıtta yazan maniyi önce Yunanca, ardından İngilizce olarak bize okudu. Karnımız tok, geleceğimiz kulağımıza üflenmiş bir şekilde Peskesi ile vedalaştık.
 
 
-Mantinada-
 
M.Ö. tatil öncesi “Heraklion çok çirkin bir yer, hiç kalmayın orada,” demiş olsa da benim beceriksiz planlamam ve Atina’dan Heraklion’a uçmamız sebebiyle ilk ve son günümüzü Heraklion’da geçirdik. Hemen her yanı mağazalar ve restoranlarla dolu şehir merkezinin pek bir otantikliği yoktu. Yorgunluktan gezmeyi gözümüz yemediği için arkeoloji müzesini son günümüze attık, Kazancakis müzesini pas geçtik. Akşam yalan dolan bir balıkçıda yemek yedikten sonra ziyarete kapalı olan kaleyi tavaf edip, yerlerdeki çekirdek kabuklarıyla memleketimizi anmak suretiyle Venedik duvarlarının/kemerlerinin civarında dolandık ve bayılmak üzere otelimize ulaştık.
 
 
-Çitlekçilik-
 
Adadaki ikinci günümüzde – Cumartesi- öğlene doğru araç kiralamacıyla önceden yazıştığımız üzere otelde buluştuk. Gelen görevli bize uzun uzun bir takım hadiseler ve sigorta işlerini anlattıktan sonra, yazışıp anlaşmış olduğumuz miktara ek olarak; ya kredi kartımızdan 1000 avro civarında bir bloke konulması ya da paşa paşa günlük ekstra 10+ avro ödememiz gerektiğini söyledi. Bloke durumunda hiçbir zarar vermezsek araca 30-40 gün içerisinde blokeyi kaldıracaklarını, 10+ seçeneğinde arabanın üzerine işeyip yakabileceğimizi söyledi özetle. Düşündük, taşındık ve 10+ ile lanet olsun diyerek tokalaştık görevliyle. Araçla geldiğini sanıyorduk ancak araç, adamla vedalaştıktan bir süre sonra geldi. Böylelikle hem planlanandan daha saçma bir rakam ödedik, hem de 1 saatimizi yedik. Gitmeden önce çok hoş sohbet yazıştığımız sevgili Caravel’e tatil dönüşü hayal kırıklığıma ilişkin elektronik bir mektup döşendim ve inanılmaz bir şekilde yanıt almadım.
 
“Neyse araba da tertemizmiş!” avunmalarıyla batıya, Rethimno’ya devam ettik. Buradaki otelimiz Barbara Studios’a web üzerinden vurulduğum için iki günlük rezervasyonumuz vardı. Otelde bizi sevgili Panos kardeşim karşıladı. Kardeşim. Öncelikle ücretsiz park yerini tarif ederek arabayı başka yere park ettirdi. Ardından kendisinin hazırladığı “old city” haritasını vererek rehberlik faaliyetleriyle devam etti.
 

-Panos'un Haritası-
 
Pek kıymetli eşimle seyahatlerimizin odak noktası yemek olduğu için öğle saatlerinin feci yakıcılığında Löplöpçüler ve başka kaynaklardan öğrendiğimiz Avli’ye yollandık. Milimetrik hata ile Avli’nin küçük kardeşi Raki ba Raki’da yemeğe gömülüp, üzerine irmik helvamızı yemek suretiyle otele döndük.
 
 
-Raki Ba Raki-
Rethimno, denizlik değil ama konaklamalık ve yiyip içmelik bir yer. Otelden kostüm değişikliği ile yürüyerek ulaştığımız plajın çok bir olayı yok. Deniz, bir Antalya olmasa da serinletmeyen bir ılıklıkta. Plaj civarı kesinlikle bakir değil. Minik ada geçmişimizdeki Midilli ve Sakız plajlarından pahalı ama suya girdik mi, girdik. Akşam, Panos’un haritasındaki mezecilerden Asikoko’da yemeğimizi yedik. Kalabalık ve de turistik sokaklarda dolana dolana kendimizi otele attık.
 
Pazar sabahı, kahvaltı sonrası Municipal Center ofContemporary Art’ta Borders/Crossroads sergisine gittik. Almanya maceramda hiçliğin ortasında Marilyn Monroe sergisine gittiğimden bu yana Avrupa köy ve kasabalarındaki müze ve sergilerin varlığına hayranlık duyuyorum. 2015’te Midilli’de, Molyvos’ta The Municipal ArtGallery of Mithymna’nın güzelliğine denk gelmiş olduğumuz için Rethimno’yu araştırırken bu mekanı gördüğümde notumu almıştım. Göçmen temalı ve böylesine özenli bir içerikli sergiye denk gelmemiz –izlediğimiz/gördüğümüz olayların keskinliği bir yana- çok kıymetli.
 
 
- Odysseia / Antoine D'agata-
 
Adada yönetsel bölgeler, dikdörtgen olarak ele alınabilecek karada dikey dilimlere ayrılmış durumda.
 
 
- Bölgeler, bölgelerimiz..-
 
Sakız ganimeti 777 Greek Islands kitabının Girit bölümünde iç geçirten Preveli plajı, Rethimno sınırlarında ama adanın tam güneyinde. Sergi sonrasında göçümüzü toplayıp güneye doğru yola koyulduk, pek tabi Panos’tan yol yordam öğrendikten sonra. Adanın kuzeyinde nispeten iyi bir otoban var, National Road. Takip eden günlerde güney versiyonunu da gördük. Doğru çıkışı yakalamazsanız manasız sevimsiz betonarme ve nadiren manalı sevimli köylerden geçerek güneye ulaşıyorsunuz. Sürekli olarak hız limitleri değişiyor -60 km’ye kadar düşüyor-. Halen sistemi tam kavradığımızdan emin değilim, henüz kameralara el sallayan bir fotomuz eve ulaşmadı.
 
Preveli’ye giderken ilk başta sevimsiz yerleşim birimlerini geçtikten sonra enfes bir vadiye çıktık. Dolana dolana bir park yerine ulaşıp aracı bıraktık ve 400-500 adet pek tatlı basamağı inerek Preveli’ye ulaştık.
 
 
-Preveli-
Fotoğrafım, mekanı ifade etmeye yetmiyor. Kelebekler Vadisi gibi, kara yoluyla ulaşımın olmadığı bir yer. Bir adet işletmeci yeme içme sağlıyor ama konaklamak için herhangi bir altyapı yok. Geçmişin hippi mekanlarındanmış, temsilcilerine de rastladık. Deniz harika ve fakat adanın genelinde olduğu gibi kalabalık. Hissiyat için bir web fotosu koymakta sakınca yok. Vadi boyunca yürümek mümkün ama biz sıcak sebebiyle biraz intro yapıp dönüşe geçtik. Basamakları tırmanırken sanırım son 30 yılda yanmadığım kadar yandım –soyulmalar devam ediyor-.
 
 
-Preveli (elalem ne fotolar çekiyor)-
Preveli'nin yakınında bir koy olan Plakias’ın da denizi ve cin toniğinden eksik kalmayarak Rethimno’ya döndük.
 
 
-Plakias-
Sabah otelden ayrılmadan önce Panos’tan öz hakiki Avli’ye rezervasyon yaptırmasını rica etmiştik. Kardeşim Panos, “emin misiniz, orası lüzumsuz pahalıdır?” diye bize uyardı ama tatil şımarıklığımızı buraya sakladığımız için kararlı durduk. Restoranın harika bahçesinde balkon havalı, havada bir yere konuşlandık. Tadım menüsü istedik. Yemeklerin hepsi lezzetli olsa da kadayıfa sarılı neli olduğunu tam çıkartamadığım patlıcan ve yediğim en güzel ahtapot haricinde olağanüstü bir lezzetle buluşmadım o akşam. Tatlı için olan heyecanım, portakal reçelli yoğurt getirmeleriyle yerlerde süründü. Ama romantik mi romantikti, hamurumuzda çok yok, çok hoşuma gitti.
 
Old town’ın hemen sınırındaki parkta lokal lezzetler festivalinde frenk inciri marmeladı, rakı ve lokal şaraplar tadıp pek de bize hitap etmeyen canlı müzik sahnesini tavaf etmek ve harika bir barı ziyaret sonrasında otele ulaştık.
 
Pazartesi sabahı, yüzümüzü Hanya’ya (Chania) döndüğümüzde, canım kardeşim Panos birkaç telefon görüşmesiyle bize, bence Kaleiçi diye ifade etmemde herhangi bir sakınca bulunmayan, Venedik Limanı’nın dibinde bir lokasyonda Hotel Casa di Pietra’yı ayarladı ve batıya doğru yolumuza devam ettik. Otele ulaştıktan sonra yürüme mesafesinde bir plajda yine ılıkça bir suya girdik. Otobüsle bir miktar daha uzakta ve tahminen sahili daha düzgün bir plaj daha bulunuyor. Otobüse binmeye üşendiğimiz ve hasbelkader otele yakın park yeri bulduğumuz için ılık suya razı geldik. Otelin sokağı, barlar ve başka otellerle dolu ve canlıydı.
 
Gün batımında muhteşem sahile 3-5 dakikalık yürüyüşle ulaştık. Adada o ana kadar bulunduğumuz en kalabalık yer olmasına ve “guru gayısıyla ceviz yi diyorum, dinlemiyor” diyerek dolaşan hemşerilerime rağmen, Hanya son derece güzel bir yer.
 

-Hanya-
 
 
-Hanyamız-
 
Sahili birkaç kez turladıktan sonra gitmeden önce adını okumaya çalıştığımız ancak görünce “ha evet, burası” diyebildiğimiz Chrisostomos’ta akşam yemeğimizi yedik. Gayet düzgün ve başarılı bir yerdi. Yemekten sonra sokakları iyice tavaf edip, otelin yan sokağında harika bir bar bulup, Girit’te prosecco bulmanın –ve de İtalya/Almanya fiyatına bulmanın- tatlı sarhoşluğuyla geceyi sonlandırdık.
 
 
 
-Chrisostomos-
 
Sabah yürüyüşümde sahili tavaf edip, biraz da şehrin içine girip, Bourdain’in börekçisini buldum. Ancak börekçi amca arkadaşıyla derin muhabbette olduğu için bölmeye çekinip bougatsa’yı (peynirli çiğ böreğimsi) otelin karşısındaki kafede tüketmek durumunda kaldım.
 
Tatilin kalanını daha az nüfuslu bir yerlerde geçirmek üzere Chania’dan batıya, Falassarna’ya gittik. Deniz enfes görünüyordu, burada kalalım diyerek En Plo’nun, otelcinin iddiasına göre en küçük odasına –ki diğer odaların daha müthiş olduğunu sanmıyorum- araçtan sadece o günü kurtaracak kadar eşya atarak sahile geçtik. Deniz, gerçekten muhteşem bir temizlik, mavilik ve berraklıkta olsa da, nedense lanetimizi de yanımızda gezdirdiğimiz için kumları tokat bombası yapan bir rüzgar altında sahilde bütün gün uçmamayla ve denize girdiğimizde de damladan yapılmış iğnelerle savaşmayla çabaladığımız bir gün geçirdik. Sorduğumuzda, bu mevsimde böyle bir rüzgarla hiç karşılaşmadıklarını söylediler, onore olduk.
 
 
-Falassarna-
Falassarna’da birbirine son derece mesafeli birkaç otel ve villa dışında, ne zaman açık olduklarını kestiremediğim iki market gördüm. Akşamüstü nispeten tepelik bir noktada, şapkamı başıma bağlamadığıma pişman şekilde günü batırıp, En Plo’nun biraz üzerinde kalan Adam’da rüzgarsız ve manzaralı bir yemek yiyebildik. Sabah yürüyüşe kalktığımda rüzgarın hızından bir şey kaybetmediğini görünce, erkenden toparlanıp dillere destan Elafonisi’ye ulaşmak üzere adanın güney batısına doğru yola çıktık. Yolda, Sfinari’de açık bir pansiyona yanaşıp kahvaltı verip vermediklerini sorduk. Hayatımın en unutulmaz kahvaltısını burada ettim. Bir kase bal, bir tabak ballı yoğurt, tereyağı, marmelat ve reçel. Ve en unutulmazı olan siyah çay niyetine vermiş oldukları ballı adaçayı (adaçayı ile ilişkim nefret boyutundadır). Zeytin-peynir ikilisine daha fazla hasret duyamazdım. Bal gerçekten çok lezzetliydi. Alalım diye düşündük ancak bu “tatlı” kahvaltıya adada bir kahvaltıya verilebilecek en fahiş ücreti ödediğimiz için başka bir yereli zengin etmeye karar verdik. Köyden ayrılmadan küçük bir kavanoz bal aldık ve tatil dönüşü denememizde pek de müthiş bir lezzetle karşılaşmadık.
 
 
-Çok tatlıyız!-
 
Saat 09.30 sularında Elafonisi’ye ulaştığımızda 1000+ insan park ediyor, tuvalet sırası bekliyor, sahile yürüyor, denizde yürüyor ve ayakta şezlong sırası bekliyordu! En azından soğuk bir şey içelim diye oturduğumuz 10-15 dakikalık sürede 1000 kişinin daha geldiğini tahmin ediyorum. Gerçekten harika görünen denize girmezsek hayatımızda bir şeyin eksilmeyeceğine karar verip çılgın kalabalıkla vedalaşıp arabaya kendimizi zor attık. Kıymetli eşim, “senin içine sinen bir yer bulana kadar devam edeceğiz,” deme gafletinde bulunduğu için –ben de biraz vicdansız olabilirim- dört buçuk saatlik bir yol sonrasında Matala’ya ulaştık.
 
 
-Matala Plajı-
Matala, biraz da mağaralı koyu sebebiyle zamanında Girit’in bir başka hippi mekanıymış. Halen birkaç hippiye rastlamak mümkün olsa da lokal insandan çok Alman görmüş olabilirim. Önce sahilde bir yerlerde karnımızı doyurduk, sonrasında ilk baktığımız Hotel Sofia’yı uygun bulup eşyalarımızı taşıdık, sonrasında sahile dönüş yaptık. Deniz gayet güzel ama son derece kayalıklı. Bir miktar açıldıktan sonra yeniden ayak basılabilecek yükseltilere denk gelebiliyorsunuz. Plaj işletmesi belediyeye ait, biz öğleden sonra ulaştığımız için bizden ücret talep etmediler. Yiyecek içecek için gördüğüm kadarıyla sahile servis yok ancak kumsalın hemen bitiminde dizili lokantalardan gidip istediğinizi alabiliyorsunuz. İlk defa burada gördüm, engelliler için tekerlekli sandalyeyle kumsala iniş için rampa ve özel olarak ayrılmış beton zeminli özel şemsiyeli yerler mevcut. Çöp ve geri dönüşüm kutuları da ulaşılabilir aralıklarla serpiştirilmiş.
 
Matala Beach Festival biz gitmeden önce gerçekleşmiş. Festival sırasında yollardaki zemin resimleri yenilenmiş. Rengarenk yollarda yürüyorsunuz.
 
-ah ah!-
Akşam yemeğinde Scala’ya gittik. Yeri, manzarası, servisi, lezzeti ile gerçekten 10 numara bir yerdi. Açlıktan biraz gözümüz döndüğü için yemekleri bitiremedik. Porsiyonlar iddialı, bir balık/deniz mahsulü ve 1 meze ideal olabilir, 2 kişi için. Yemek sonrasında bir şeyler içmek için dolandığımızda çoğu yer futbol izleme halinde olduğu için sahildeki Babayaga’da bira molası verdik. Gündüz dolaşmasında pek çok insan olmasına rağmen, gittiğimizde mekanın tek müşterileri olarak rock’lı biralarımızı içip otele döndük.
 
 
-Mirtos-
Sabah güzel bir pastanede kahvaltı ettikten sonra bir miktar daha doğruya gidip güzeller güzeli Mirtos’a ulaştık. Mirtos az haneli, az turistli, enfes denizli. Tabi ki son deniz günümüz olduğu için en güzel denizi o gün bulmamız gerekiyordu. Önce karnımızı doyurduk, ardından birkaç yeri dolaştıktan sonra Mirtos Otel’e yerleştik. Kiralık odaların/dairelerin daha uygun fiyatlı olduğunu düşünmemize/duymamıza rağmen muadillerinden daha uygun fiyatlı ve konforlu bir oda bulduk. Doya doya denize girdikten sonra bol fitbollu bir yemek yedik sahilde. İç kısımda gündüzden gözümüze kestirdiğimiz Platanos’ta enerjimizi sonlandırana kadar harika şarkılar dinledik ve gece yarısından epey sonra, müzik devam ediyor olmasına ve tüm Mirtos halkının dükkanlarını kapatıp mekana akın etmesiyle ortamın iyice şenlenmesine rağmen yalpalaya yalpalaya otele ulaştık.
 
 
-Platanos-
 
Mirtos öyle küçük ki sabah yürüyüşümde kendimi yürümüş hissetmek için aynı sokakları birkaç kez dolanmam gerekti. Otelde kahvaltı ettikten sonra doğuya doğru yol almaya devam ettik. Önce Ierapetra’ya ulaştık. Pek otantik bir havası olmadığı için vakit kaybetmeden yola devam ettik. Sonra Agia Nikolaos’ta bir frappe molası verip, biraz da öğle güneşinde kavrulup Heraklion’a dönüş yoluna koyulduk. Heraklion’a ulaşınca ilk olarak Knossos antik kentine gittik. Adada harcadığımız en lüzumsuz enerji olduğunu söyleyebilirim. Minyon’ların pek önemli tarihi mekanına 1900’lerin başında “giren” Sir Arthur Evans, “bence burası böyledir, şurası şöyledir,” diyerek mevcut yapının üzerine eksik kalanları kondurmaktan kendini alamamış. Betonlar dökülmüş, yamalar yapılmış, duvar resimleri tamamlanmış. Ve burası sergilenen bir yer haline geldiğinde “X mekanının A bölümü orijinaldir, B bölümü Sir’ün estetik değerlerini yansıtır,” minvalinde herhangi bir açıklama konulmamış. “Bu muydu?” ağız tadı kaçmışlığıyla, önce Heraklion merkeze, ardından Archaeological Museum of Heraklion’a ulaştık. Müze, Knossos sonrası iyi gelmiş olsa da gitmesem hayatımda bir şeyler eksik kalır mıydı, emin değilim.
 
 
-Phaistos Disc-
Heraklion’da bu sefer El Greco Hotel’de kaldık. Merkezi olması dışında tek bir olumlu (oda kokusu yerine kirli kül tablası bırakılmış olması vb.) özelliği olmayan otelden kesinlikle uzak durulmalı. Akşam yemeği için Peskesi’ye gittiğimizde yer bulamamız sebebiyle epey dolanıp, hadi burası olsun diye bir yerde orta ayar bir yemek yedikten sonra müthiş otelimize geri döndük.
 
Girit’te tam bir hafta geçirdikten sonra, enfes bir gün geçireceğimiz Atina’ya gitmek üzere Heraklion’dan ayrıldık.
 
Notlar ve özet:
  • Heraklion tam bir zaman kaybı. Hanya’da da havalimanı var. Ulaşımı nasıl bilmiyorum ancak yormayacağını tahmin ediyorum.
  • Dağlarda şarap üreticileri var. Uygun saatte geçmediğimiz için durup yemekli şaraplı molalar veremedik. Ev şarapları, Midilli’de içtiklerimize kıyasla daha az lezzetli olmakla birlikte güzeldi. Şişelenmiş meşhur şaraplarını da denedik ama pek tatmin edici bir sonuca ulaşamadık.
  • Kuzeyde, güney doğunun küçük bir kısmıyla ve doğuda “national road” olarak tabir ettikleri otobanımsı yollar mevcut. Hız limitleri sürekli olarak değişiyor, çok sık kamera var. Tatilden döndükten 20 gün sonra halen ceza gelmemişti ancak adada/Atina’da kredi kartının kopyalandığını fark ettiğimiz için kart iptal edildi. Girit bizi affetsin. Kuzey-güney (güney-kuzey?) doğrultusundaki vadilerden dolayı olabilir, batıda ve güneyde sahil boyunca takip edebileceğini yollar bulunmuyor. İlla ki dağ yollarına ve/veya kuzeydeki “national road”a uğramak gerekiyor. Kısa mesafeler, uzun zamanlar alıyor. Adanın kuzey doğusuna uğramadık, o bölgenin yolu hakkında bilgim yok. Yerel birilerinden bir konumdan diğerine yol almadan önce “national road”un hangi çıkışından dağ yoluna çıkılması gerektiğine dair bilgi almak hayatı güzelleştiriyor.
  • Kimi bölgelerde benzinlikler seyrek yerleşmiş. Çok maceracı olmayıp tedbirli yol almakta fayda var.
  • Daha önce bulunduğum hiçbir yerde aynı çeşit ağacın bu kadar çok sayıda ve bir arada görmemiştim. Falassarna tarafında ilk defa "dağ taş zeytin"le karşılaştım ancak güneye ulaştığımızda, Matala'ya giderken ve Matala-Mirtos yolunda, "dağ taş"tan daha büyük alanlarda zeytin ağaçları gördüm. Uğramadığımız kuzey doğu bölgesinde zeytinyağı üreticileri var. Başka mekanlardan yağ edindik. Zeytinlerde mutluluğu bulamasam da hafif acı zeytinyağları gerçekten çok leziz. Taşımaya değer.
  • Ayvalık ve civarında yediğimiz Girit mezeleri, Girit’teki mezelerden çok daha çeşitli ve lezzetli. Horta’yı sevemedim, ot yemeye çok hevesli olmama rağmen. Girit ezmesi denen şey, Girit’te yok. Buralarda da yemediğim için eksikliğini hissetmedim. Ama etleri, balıkları, deniz mahsulleri her zaman harika.
  • Bir daha gelir miyim? Sanmıyorum. İzmir veya İstanbul’da yaşasam, uzun haftasonları için Hanya’ya yeniden gitmeyi düşünebilirim ama Ankara’dan gidip gelmek güne –THY şaka yapınca gün+geceye- mal oluyor.
  • Yine de sevdim seni, Girit. Sen de bize gel.


9 Şubat 2014 Pazar

Yokluk Tatlısı veya Annem Halt Etmiş

Malzemeler:

1.25 su bardağı süt
1/2 bardak zeytinyağı
1 yumurta
8 yemek kaşığı toz şeker
1 yemek kaşığı türk kahvesi
2 yemek kaşığı kakao
1 tatlı kaşığı toz zencefil
200 gr petibör
1/2 bardak ceviz içi
3 yufka

Hazırlanışı:

Bir tepsi börek yaptıktan sonra geriye 3 adet yufka kaldı. Anacığımı aradım, evde kalan kıt malzemeyi aktardım ve yufkayla ne tatlı yapabileceğimi sordum. Aklımda "mozaik gibi ama biraz daha değişik" bir şey yapmak yer alıyordu lakin annem heves kırıcı bir şekilde beni tahin ve reçelli bir şey yapmaya yönlendirmeye çalıştı. "Tabi tabi öyle yapayım," dedikten sonra bilmediğimi okumaya karar verdim.

Süt, zeytinyağı, yumurta, şeker, kahve, kakao ve toz şekeri kolumun gücü yettiğince çırpıktan sonra karıştırmayı daha zor hale getirmek için en küçük tencereme boşaltıp kısık ateşe koydum. Bir yandan karıştırmaya devam ettim, bir yandan ufaladığım bisküvileri eklemeye başladım. Karışım nispeten homojen bir hale ulaştıktan sonra, kaynayıp etmeden ama tahminen 20-25 dakika sonra, ocağın altını kapattım.

Her bir yufkayı arasını yağlayarak ikiye katladım, yarım daireyi 8 eş olmasını umut edip beceremediğim  üçgen dilime böldüm. Bir yemek kaşığından daha az karışımı dilimlere koyarak sardım. Ruloların üzerini az biraz yağladıktan sonra ruloların üzerlerine öğütülmüş ceviz döktüm ve kendilerini besmele eşliğinde 190 derecede önceden ısıtılmış fırına 40 dakika pişmek üzere yolcu ettim.


-fırından biraz daha kızarmış çıksalar fena mı olurdu?-

Pişirme sonrası tadının yenilebilir düzeyde olması için dualarla soğumasını bekledim. Tadııı, ııııı, güzel olmuş. Ama yufkası çok kuru olmuş. Ama çayla olur. Olur olur.

Pişirdiklerimden öğrendiğim bir şey var:
İçi bir miktar fazla geldi. Kalan kısmı folyo marifetiyle buzluğa attım. Daha az kuru bir şey çıkacak tahminen donunca.
Ne yapsam bu yufka insana benzerdi, henüz kestiremiyorum.
Annemin bir bildiği olabilir. Birden fazla da olabilir.



7 Haziran 2012 Perşembe

22 Mayıs 2012 Salı

Münih Yeme İçme Rehberciği (Açlıkla Sınanmaması Gereken İnsanlar-1)


Münühümüzde yeme içme namına ne öğrendiysem genelde birilerinden öğrendim. Maceracı bir lezzet avcısı olmayı dilerdim pek tabi ama olmadım. Münih Türk Gücü’nden M.Ö., İ.H.S. ve D.G. elimden tutup bir kısım yerleri gösterdiler. Bunun haricinde –cocido hariç- yeme içme zevklerimizin çokça uyuştuğu İspanyol kardeşlerim bana Bavyera yöresinin ölümcül domuz boynu ve domuz dirseği yemekleri arasında sağ kalmanın yollarını, yerlerini öğrettiler. Minnettarım. D. Femili’nin Münih çıkarması öncesinde bir derleyip toparlamıştım. Kendileriyle yaptığımız keşif ve yeni deneyimlerle güncellenmiş listem huzurlarınızda:

İtalyancılar:

Bir numaram, Vinaiolo. İlk ziyaretimizi güneşli bir akşamüstünün kıç donduran akşamında sevgili tollimle yapmıştık. Sonrasında birkaç kere daha gitme fırsatım oldu. Milch Strasse’deki evimin hemen yanı başında, hakiki İtalyan Vinaiolo (ilk seferde ismini telaffuz etmeyi bir türlü beceremiyorum) zamanında Michelin yıldızlıymış. U.D. ile yıldızları neden kaybetmiş olabileceklerini değerlendirdik. Acaba bana çatal getirmekte geciktikleri için mi? Acaba aperatifleri üç dakika geç servis ettikleri için mi?.. Bilemedik (yıldız kriterleri hakkında zerre fikrim yok). Son ziyaretimizde “Keşke öncesinde biraz şarap çalışsaydım,” diye aklımdan geçirdim. Neyse ki seçimimiz lezzetli çıktı. Her gidişimde yemek öncesinde şefin ikramı bir öncekinden farklıydı, menü farklıydı, ilgi ve servis hızı aynıydı. Cuma ve ctesi daha yoğun oluyor, gün içinde rezervasyon sıkıntılı. Pazar nispeten tenha oluyor, romantik Pazar akşamı için tercih edilebilir. Tattıklarımdan favorilerim geyik eti, tuzda çupra (dorado imiş) ve son seferde içtiğimiz çilekli prosecco oldu. İngilizce menü mevcut, İtalyan garsonlar da gayet güzel İngilizce konuşuyorlar.

İki numaram, Nero. İspanyol halkının sıklıkla ziyaret ettiği yerlerden. Sevgili R.B.B.’yi, “En sevdiğim Bavyera yemeği, pizza!” söylemiyle anmak istiyorum bu noktada. Bir numarama kıyasla çok daha ekonomik tabi ama alengirli yemekler yerine bildik yemeklerin lezzetli versiyonlarını tatmak için uygun. Her zaman pek kibar ve mümkün olduğunca seri davranan garsonlarına olan sevgimde D. Femili ile yaptığımız son ziyarette bir soru işareti boşluğu oluştu. Garson’dan İngilizce menü istedim. Sadece Almanca menü olduğunu söyledi. Bir önceki hafta İngilizce menüye baktığımı söyleyince “sadece akşam yemekleri için” dedi. Sonrasında sevgili Adolf, İngilizce sorduğum, söylediğim her şeye Almanca yanıt verdi. Bavyera nezaket krallığına adaymış bu sene, sonradan öğrendim. Diğer öğrendiğim şey ise öğle menüsünün kısıtlı menü olduğu. Favorim steak tartar.

Guido Al Duomo, Marienplatz yakınındaki katedralin hemen yanında (Irish pub, burayı bulma çalışmalarında iyi bir mihenk noktası olabilir, hemen yanında). Küçük bir yer, çok zengin bir menüsü yok ama menüdeki her şey lezzetli. Makarnaları enfes. Bununla birlikte en az Vinaiolo kadar pahalı. Benzer yemekler çok daha uygun fiyatlara Nero’da ve hatta Vinaiolo’da yenilebilir. Merkezde ve nispeten turistik –Münih ne kadar turistik olabilirse- bölgede bulunması dışında fiyatları açıklayabilecek bir sebep göremiyorum. Garsonlarla İngilizce anlaşmak mümkün.

Bavyeracılar:

Marienplatz’da eski belediye binasının bodrum katı, Ratskeller. Bina eski, güzel ve bakımlı. Bir o kadar da kocaman. Koridorlar boyunca ilerledikçe sağda solda farklı farklı salonlarla karşılaşıyorsunuz. Dipteki salon akşamları müzikli olabiliyor. Bavyera haricinde de yemekler mevcut. İngilizce menü var, garsonlar İngilizce konuşuyorlar –şehrin göbek deliğinde olunca mantıklı tabi ki-. Fiyatlar ne çok uçuk, ne çok ucuz. Yaş ortalaması sayesinde Münih’te kendimi en genç hissettiğim yer. Retrospektif şarap güzelleri fotoğraf “sergisi” güzellik kavramının kat ettiği yola ilişkin lokal bir deneme.

Augustiner, yerel bira üreticilerinden. Kendilerini Helles alanında yaptıkları çalışmalar nedeniyle ölümüne takdir ediyorum. Şehrin çeşitli yerlerinde restoranları var. Diğerlerini ziyaret etmedim ama Karlsplatz-Marienplatz hattı üzerindekini, özellikle bahçesini pek seviyorum, İstanbul etkisi yaratıyor.

Bavyera’nın hası Hofbräuhaus! Bir başka yerel üretici. Restoran her daim kalabalık. Çok aç gitmişseniz, servisi beklerken yanınızdakinin kolunu yemeniz gerekebilir. Muhteşem canlı yerel müzik ile iletişimde bağırma yöntemine yönelmeniz mümkün. Turistler, yerel giysili Münihli tontonlar, gençler, iş adamları.. Son derece karışık bir kitle. Yemekler vasat, obadzası güzel (çok yağlı değil), birası lezzetli, ortamı otantik, fiyatlar normal. İngilizce menü mevcut ve garsonlarla İngilizce iletişim mümkün.

Ve Diğerleri:

Restaurant Preysinggarten’ı sevmemin lezzetle bir alakası yok. Ortamı seviyorum. Kış vakti içerisi sıcacık oluyor –kast ettiğim tam olarak “cosy”-. Güzel ve de güler yüzlü garson kızların boynuna sarılasım, numune tek erkek –ve kıl- garsona nanik yapasım geliyor. Haidhausen’de olmasını seviyorum sanırsam, bir de. Caddesini seviyorum. Bahçesini seviyorum. Bahçesinde oturup yazmasını seviyorum. Sevgim dolup dolup taşıyor..

Ablamın keşfi, Schrannenhalle. Viktuelen Markt’ın çağdaş yorumu olarak alt katı türlü çeşit yiyecek, içecek ve ıvır zıvırla dolu modern bir hal. Üst katında küçük bir restoranı var. Güler yüzlü garsonlar İngilizce biliyorlar, İngilizce menü de mevcut. Çok zengin bir menüsü yok ama merkezi bir yerde düzgün bir yemek için alternatif. Bahar gelince dışarıya da masaları atmışlardı ve serviste aksama yoktu.

Cafe im Müllerschen Volksbad, Münih’te en sevdiğim bahçe. ‎Deutches Museum’un karşısında, köprünün dibinde. Halk havuzunun girişindeki kafe. Ben azimle havanın yağışsız olduğu zamanlarda bahçesini kullandım, hiç iç kısmında vakit geçirmedim. Otururken bir yandan zemin titriyor, her geçen tramvayla; bir yandan ayaklarınızın dibinde minnoş farecikler dolanıyor. Yemekleri lezzetli, garsonları sabırlı, fiyatlar makul. Kahvaltı haricindeki yemekler için İngilizce menü bulunuyor. Garsonların hepsi olmasa da en az birisi İngilizce konuşuyor ve bütün gün dolanıp durmalarına rağmen gece yarısında bile gülümsemeyi eksik etmiyorlar. Münih’te hemen her yer 23.00 sonrasında dışarıda alkol alımını yasaklasa da, burada daha geç saatlere ulaşabiliyorsunuz, sanırım çevrede hane olmamasıyla alakalı bir ayrıcalık. İş çıkışı servis sonrası yürüyerek gitmek, güneşle optimize bir masa bulmak, soğuk içkim -her ne ise o gün- eşliğinde okumak ya da yazmak, güneş batıp iyice titreyene kadar direnmek. Tey tey..

Asya Mutfağı:

Tembelliğe ulaştığım noktada beğendiğim yerlerin adresleri sıralamakla yetineceğim.

Cocido

Yıllar yıllar sonra torunlarım, “Anane sen böyle sarkıp, büzüşmeden önce bir Almanya macerası yaşamışsın, bize anlatır mısın Almanya’da ne öğrendiğini Alman kültürüne dair?” diye sorsalar, ağzımdan laf alıp yarım yamalak hafızamla beni maskaraya çevirmeye çalışsalar onlara “Ben size Almanya’da İspanyol kültüründen ne öğrendiğimi anlatayım, şapşal evlatlarım,” derim.

Şubat ayının ilk ctesi günü ölümüne soğuk geçecek diye hafta başından söylentiler dolaşmaya başlamıştı ofiste. Kıçı kurtlu İspanyol kardeşlerim bir tam günü evde geçirme korkusuyla panik halindeydiler. Resmi yazışmalar sonucunda o dönem ikamet ettiğim Einstein caddesinin en aydınlık evinde öğle saatlerinde buluşup, cocido pişirip çatlayana kadar yemek yemeye karar verdik.

Cuma öğleden sonra ofisi ilk servisle terk edip, Ostbahnhof’ta da servisi terk edip ben Türk bakkalına, kardeşlerim İspanyol bakkalına mühimmat toplama amacıyla yollandı(k). Bakkaldan hızımı alamayıp Sultan Unlu Mamuller’den de baklava ve kadayıf aldıktan sonra eve ulaştım.

Stuttgart güzellerinin geldiği hafta sonu kendimi kaybedip hafta boyunca yiyeceğim kadar çok yemek yaptığım için kendimi frenlemeye niyetliydim. Lakin mutfağa girince ve cocido’yu sevmeyeceğime dair yoğun önyargım etkisini artırınca yine kendimi kaybettim. Cuma akşamı ve ctesi sabahı kuru patlıcan kavurmasından köfteye, zeytinyağlı taze fasulyeden (kış ortasında nereden çıktığını bilmiyorum ama müthiş ötesi tazelikteydi) humusa, ıspanaklı börekten kabak kavurmasına kadar elimden ne geliyorsa pişirdim. 5 kişi değil de 25 kişi gelse benim yaptığım bölümle kimse aç kalmazdı. Yine de dolaba sığmayan yiyecekleri balkona koymam hata olmuş, sabah hepsini mikrodalga marifetiyle çözdürmem gerekti.



-Evcil ejderim Ignacio yemeklere sarkarken-


Ama assolistimiz cocido idi. Hafta boyunca ağızlarının suyu aka aka anlattıkları yemeği düşündükçe içim bir tuhaf oluyordu. Nitekim malzemeler ortaya çıktıkça bir hoş hissetmeye başladım. Değişik renk, ebat, doku ve kokularda etler, yağlar, sucuklar. Nora’nın en büyük tencereleri ocağın üstüne teşrif ettiler, etler pişti bir yerde, nohutlar başka bir yerde. Sonra etin suyundan şehriyeli bir çorba yaptı şef aşçı J.I.d.C.V.. Çorbada kırmızı mercimeğin varlığı da pek makbulmüş fakat sevgili huysuz R.B.B. mercimek sevmediğinden ona hiç bulaşmadık.



-etler ve nohut helles'in önünde arzı endam eyliyor, sebzeler de onun önünde-

Efendim, yemeğin pişmesi yaklaşık 3 saat sürdü. Bu süreyi enfes İspanyol şaraplarından tadarak ve yemeklerime yağan övgüleri kabul ederek geçirdim. Anneciğim, hazır harçla yapmış olduğum köftelerin bu denli övgü aldığını duysaydı, bir daha buzluğumu kendi yapımı köftelerle doldurmazdı. Onlar cocido’ya yer kalsın diye endişelenirken ben huzurla karnımı doyuruyordum.


Şefimiz öncelikle çorbayı servis etti. Gerçekten lezzetliydi, inkâr edemem. Sonrasında nohut ve etler geldi. Nohutla ilişkim üç ayda bir, bir kepçe samimiyetinde olduğu için “ay ben çok almiyiiim” dedim. Söz dinletemedim. Yanına da etler ve yağlar geldi. Yağ haricindekilerin hepsinin tadına baktım. Morcilla bu noktada hayatıma girdi. Sonrasında da bir kere daha karşılaşabildik ama olsun. Kendisi kan sosisi. Müthiş ağır bir kokusu ve lezzeti var. Morcilla’yı düşündükçe şu şarkı çalıyor zihnimde, “bir günah gibi, gizledim seni…” Garip bir şey, böyle hem tiksinme hem arzu hissediyorum bu ete ya da et olmasına inanmak istediğim şeye karşı. Daha sonra közde pişmiş versiyonunu yedim, çok daha başarılıydı.



Gün boyunca yemeye ve içmeye devam ettik. Balkon konusunda akıllanmadığım için –hâlbuki her gelen donma tehlikesini atlatmanın mutlu kırmızılığıyla dalıyordu eve- bira ve tonikleri, kolaları balkonda önce dondurup ardından kaloriferde çözdürdük. Sonra da çöpe attık. Saçma sapan konulu filmler serisinden Spaceballs ve Snatch’i izledik. Big Lebovski’de midemle gözkapaklarım arasındaki hattın gerginliğine daha fazla dayanamadım, misafirlerimin samimiyetine inanaraktan başıma battaniye çekmek suretiyle uykuya daldım.


Gece yarısında misafirlerimi yolcu ederken geride küçük bir orduya yetecek kadar yiyecek, katiyen yemeye devam etmeyeceğim cocido ve balkonda yeniden unutulmuş donuk içecekler kalmıştı.