16 Ekim 2010 Cumartesi
İlk Ev
Uzun zaman sonra birkaç saat geçirmek üzere ilk evimin şehrine ulaşacağım birazdan. Burnum karıncalanıyor koşarak uzaklaştığım şehrin hiç şaşırtmayan gri ıslak sokaklarına yaklaştıkça.
5 Ekim 2010 Salı
Ofis Mobilyaları - 3


ciddiyet takıntılı kargaları tarlalardan -ofislerde hep tarla olur ya, onlardan- uzak tutmak üzere yaratılmış -gözlerde yaşlar niyeee- korkuluk, yine doğanın sarılara büründüğü şu günlerde en gözde modellerden.

-kollarımı açtım, seni bekliyorum-
25 Eylül 2010 Cumartesi
Pastoral Bayram
Kuzenlerimiz de biz gidiyoruz diye köye ziyaret vakitlerini bize göre ayarladılar; babannem, çocukları, torunları ve bir de torun çocuğu eşek sıpası kocaman aile birlikteliği yaşadık, enfes oldu.
Saatlerin, vasıtaların, kostümlerin, hırsların, zorunlulukların olmadığı yer köy. Babama ve ablama dediğim gibi, bir de şort giysem enfes olacak yer. Gitmeden önce ailemden bana mukayet olmalarını istemiştim ama çatlayana kadar pişi yedim, pişman değilim!
Kız kardeşim ve benden başka köye gelen giden bir hayli azalmış gibi geldi bana. Emmimler ve biz babannemdeydik, halama kuzenler gelmişti. Bunun dışında bir de babamın teyze oğlu ve teyze torunlarını gördük bayram vesilesiye. Eskiden daha fazla ev gezerdik, daha fazla baklava ve yoğurt –köyde bayram ziyaretinde ortaya sini konur, üzerine baklava ve yoğurt getirilir- tüketirdik. Babamın teyzesi vefat etti, dayısı İzmir’e kızının yanına gitti, halası Ankara’da.. El öpecek büyüğümüz azaldı.
Bayram sabahı; bayram namazını kılarken ahali, annemle bahçelerde yürüyüş yaptık. İkinci sabah aile boyu yola döküldük; böğürtlenler, palamutlar, üzümler, pembe domatesler taklalar attı yol boyu bizimle.
Bana kusursuz bayram oldu, babannemin de mutlu olduğundan eminim.
-halam bu bağı yeni edinmiş. pek güzeldi-
Kelebekler Vadisi
Yola çıkmadan önce okuduğumuz yorumlarda eğer dövmemiz yoksa ortamda kendimizi yabancı hissedeceğimizden bahsediliyordu. Hemen hepimiz neremize, ne dövme yaptıracağımızı konuştuk tatil boyunca. Ancak dövmelerden daha fazla dikkatimizi çeken şey erkek çatalları oldu. Çalışan ve müdavimlerin erkek topluluğundan çatalını görmediğimiz adam kalmadı. Öyle ki yüz yıl çatal görmesem hafızama kazınanların anısıyla eksikliğini hissetmem.
Son derece sporcu bir ekiple birlikte orada olmam, tatil dönüşü göbek katmanlarımda eksilmeye yol açmadıysa da 1-2 kilocuktan arındım. Son derece sağlıklı beslendim. Genel tatil tüketim eğrilerimle kıyasladığımda son derece az alkol tükettim, her gün sabahın köründe bir aktiviteyle ayıldım, sebze yemeklerine doydum, bol bol yüzdüm, tırmandım ve yürüdüm. Ha bir de marsık gibi yandım.
Her gün gelen tatilci tekneleri hem kalabalık ve gürültü yapıyor hem de artlarında köpüklü deniz bırakıyordu. Anormal sıcak bir haftaya denk geldiğimiz için, tekneler uzaklaşıp dalgalar köpükleri açıklara sürükledikten sonra gün bitimine yakın saatlerde denize girmeyi tercih ettik.
Vadi tepesine –Faralya Köyü- ve Kabak Koyu’na yürüyüşler enfes oldu. En sevdiğim tatil etkinliklerimden ağaçtan incir toplayıp yeme eylemini bu yürüyüşlerde gerçekleştirebildim. Kaktüs meyvelerini toplamayı beceremedim ama babacığım sağolsun, 30 Ağustos Zafer ve Yazlıktaki Aileyi Ziyaret Etme Bayramı’nda bana kaktüs yedirdi.
Daha önce vadiyi defalarca ziyaret etmiş arkadaşlarımın “En kalabalık vaktinde gidiyorsun, mayıs veya eylülde gitmelisin,” yorumlarına hak verdim. Kalabalık vaktinde ne fazla 3-4 gün kalınmalıymış. Tenha, sakin vaktinde yine gider miyim, bilemiyorum.
Muhteşem fotoğrafçılık yeteneğimden enstantanelerle huzurlarınızdan ayrılıyorum.
21 Eylül 2010 Salı
Ofis Mobilyaları - 2
Boynu bükük geyşa hanım, tepsi kılıklı başının üzerine yerleştireceği simitleri satmak suretiyle aile ekonomisine katkı sağlayabilir. Ataerkil toplumda beğeni toplayacağını tahmin ettiğimiz ezik, cefakâr bu modelin abisi sessiz uşak olarak giysi odalarında yerini çoktan aldı. Geyşanın simit dükkânlarına lansmanı 2010-2011 öğretim yılı açılışına yetiştirilmeye çalışılıyor.
Ekonomik Kafa Okul Çocuğu
-kız çocuğu, insan çocuğuna kollarını açmış-
-oğlan çocuğu uçmaya hazırlanıyor-
5 Eylül 2010 Pazar
A la Belcik
Pazar sabahı indiğim in cin top oynayan şehirde gözlerimi açmaya çalışıp otelimi ararken bana yol soran gençler ne denli halk tipi olduğumu bir kez daha anımsattı bana. İlginçtir ki sordukları yeri tarif edebildim.
Uzun dolaşmalar sonunda Pazar öğle saatlerinde açık bulabildiğim tek kahve satan yer olan Yunan lokantasında zar zor anlaştığım amca bana espresso verdi ve yanında kurabiyecik ikram etti. Kısacık ziyaretim boyunca adam gibi bir kahve içemedim. Katılmak üzere gittiğim toplantıyı düzenleyen kurum sabahları kısa süreliğine kahve ikram ediyordu, sonra apar topar kaldırıyordu kahve makinalarını. Sonradan yakın mesafede kahve alabileceğim bir yer buldum ama pek de memnun kalmadım.
Tabi başka açık yerler varmış, mesela kaldığım otelin yakınındaki Türk mahallesinde etliekmekten Karadeniz pidesine kadar her türlü yağlı, hamurlu, kebaplı çözüm bulunmaktaydı. Ben şansımı kapısının önünde oturabileceğim bir kafeden yana kullandım. Kendileri saat 16.00 itibariyle yemek yayını kestikleri için şarabımın yanında çantamdan çıkan zor günlerin sadık dostu Etiform bana eşlik etti. Frankofon bir öğleden sonra geçirmeyi arzu etmiş olsam da kafede oturduğum sürece sokak çalgıcısı beyefendiden birkaç kez “no women no cry” dinlemek durumunda kaldım.
Yalnız başıma gezememe özürüm Brüksel’de de nüksetti. Yorgunluk ve uykusuzluğumu bahane ederek gitmeyi planladığım birkaç yer ve etkinliği uykuya sattım. Ben uyudum uyandım hava kararmadı, uyudum uyandım kararmadı o hava. Ah o hava..
2. Gün:
Kahvaltıda aynı otelde kaldığım aynı toplantıya katılacağım kişilerle karşılaştım ancak kendileri sebebini çözemediğim bir acelecilikle benim kahvaltımı bitirmemi beklemeden toplantı mekânına ışınlandılar. Önümde zorlu bir yol vardı, ben hem tek başıma metroya (Microsoft yer altı treni dememi öneriyor ama öyle çok sevimli, ürkütücülüğünü yitiriyor) bineceğim hem de üzerine bir de arada hat değiştireceğim! Metin olmaya çalışsam da ürkek halim resepsiyondaki Afyon Elmadağlı gence etki etti, onun tarifiyle bir sonraki duraktan binerek alete hat değiştirmeksizin toplantı mekânına ulaştım.
Toplantıya girmeden arkadaşlarımın arkadaşlarıyla tanıştım (dünya üzerindeki bir kişiyle 6 kişi üzerinden mi tanış oluyorduk, 8 kişi üzerinden mi?), toplantısal görüşmeler haricinde de zamanı onlarla geçirdim. Öğle arasında yemeklerimizi alıp gittiğimiz parkın cami dibine konuşlanmış olması henüz hissetmeye başlamadığım memleket özleminin hiç oluşmamasına sebep oldu. Türkiye’den bir kurumun toplantı çıkışı düzenlediği kokteylde yediğimiz mercimekliler ve kadınbudu köftelerle zaman - mekan algım temelinden sarsıldı.
Kokteyl çıkışı otele uğramak üzere yöneldiğimiz metroda yangın çıkmış olması, taksilerin durmaya tenezzül etmemesi ayaklarımda derin bir acıya sebep oldu. Bu acının hepi topu yarım saatte vuku bulması, bu şehrin merkezi bölgelerini gezmek için ihtiyacım olan tek şeyin rahat pabuçlar olduğunu öğretti bana (topuklu pabuçlarla olan ilişkimi gelecekte irdeleyebileceğim gibi irdelemeksizin sevgi dolu acılı ilişkime devam da edebilirim).
Düztabana geçiş sonrası kararmak bilmez gecede benim ½ Pazar günü boyunca dolaşıp teğet dahi geçmediğim Grand Place bölgesinde dolaştık. İşeyen heykel çocuk (Bir gün bir gün bir çooocuk, oraya buraya işiyormuş. Onun peşini temizlemekten bıkan talihsiz anası “Eşek sıpası, bıktım senin sidiğinden [bu noktada Microsoft beni sözcüğün “argo veya kaba” olduğu hususunda uyarıyor, hâlbuki TDK hiç bundan bahsetmiyor], kör olmayasıca! Aziz Petro’ya (?) adak adadım bir daha oraya buraya işersen seni taş edecek, ben de 4 çileğe bir kepçe çikolata döküp 5 avrodan satıp paraya para demeyeceğim, ooh, sefam olsun demiş..) miniminicikmiş. Oysa küçüklüğümde tahminen Doğan Kardeş’te gördüğüm fotoğrafında daha çocuk boyutlu gelmişti bana. Algı işte, sağı solu belli olmuyor.


3. Gün:
Otel odalarına tez zamanda yayılma, uzun uzun toplanma becerisinde olduğum için mutlu değilim. Toplanma sonrası beni bekleyenlerin yanına hep vaktinde ulaşıyorum ancak bunun için gün aydınlanmadan uyanmam gerekiyor.
Toplantının 2. gününde öğle arasında bir İtalyan restoranında pizza yedik. Dışarıdan bakıldığında 2-3 masalı bir yermiş gibi görünen mekânın iç kısmına girince kendimi Balgat - Emek hattında pideci / kebapçı kuşağından geçer gibi hissettim. Çeşitli bakanlıklara mensup çalışanların yerini alan Avrupa Birliği Komisyonu çalışanları hınca hınç doldurdukları restoranda, boyunlarında kimlikleriyle, kaşarlı-kuşbaşılı pide yerine pizza tüketmekteydiler. Yarasın.
-sağdaki bayan gördüğüm en şık brüksel sakini-

-içme dedim, dinlemedi-

Evo Gelin
Duvak için:
►1 sb un
►3 yumurta sarısı
►1yk margarin
►1sb süt
►1çk tuz
►3-4 yk çekilmiş fındık
Başparmak büyüklüğünde doğranan tabık etini, zeytinyağında bir miktar kavrulmuş ve kendini bırakmış soğanlara ilave ettikten sonra arzu edilen (mesela miktar arzu edilmese de arzulansa, yemeğe şehvet bulaşır mı?) miktarda karabiber ve biberiye bu karışıma eklenir. Tavukların pişmesine az bir süre kala (yemek olayında göreceliğe bayılıyorum) iki yemek kaşığı soya sosu bu karışımla buluşturulur. Bir 5 dakika kadar da soya soslu pişirme işlemine devam edilir ve tavuk efendi soğutulmak üzere mutfağın nispeten serin bir köşesinde istirahata alınır.
-boğazda durmayıp esin babasının midesine ilerleyen gelin kameralara el sallıyor-
Bu hamuru biraz dinlendirmek iyi oluyor. Bu hamur şöyle bir 5-10 dakika dinlenirken, gelin duvağı için hamurdan ayrılan 3 yumurta sarısı, diğer malzemelerle karıştırılır. Alt hamur yağlanmış tepsiye bir güzel yayılır. Tavuk, mümkün olduğunca suyundan ayrı tutularak bu hamurun üzerine yayılır ve tahta kaşık marifetiyle kibar hareketler eşliğinde hamurla samimiyet kurmasına yardımcı olunur. Duvak ile dikkatlice tavuğun üzeri kaplanır ve ısıtılmış olan fırına 200°C ısıyla buluşması için yollanır.