20 Mayıs 2012 Pazar

Uluslararası Dostluk Ödülü


Ankara’ya döneceğimin tarih olarak değil de eylem olarak az çok belli olduğu günlerde, dünyanın en enerjik insanı D.G. soğuktan totolarımızın buz kalıbına dönüştüğü bir Cuma akşamında beni evden çıkarmayı başardı ve kendisinin organize ettiği Marcio Schuster & Paulo Vinicius konserini izlememe vesile oldu. Konser sonrasında her ikimiz de yorgunluktan yıkılmak üzereyken benim asosyalliğimden dertlenerek beni bir Avusturyalı, bir Brezilyalı ve bir Arjantinli ile tanıştırdı. Sonra gecenin bir yarısı kendimi bu üç adamla nereye gittiğini bilmediğim bir tramvayda buldum.
Tahminen Sonnenstrasse’de bir caz kulübüne gittik. Avusturyalı Herman sırtındaki çantasından çıkarttığı saksafonu ile içinde bulunduğumuz küçük sahneli küçük odadaki jam session’a katıldı. Kendisini ve çalanları sürekli değişen sahne halkını izlerken Güney Amerika halkına nereden tanıştıklarını sordum. Almanca kursu için başka bir şehre gelmişler, bu hafta sonu Münih’i geziyorlarmış. Herman ile coach surfing’den tanışlarmış, hatta ertesi akşam kalacakları yer yokmuş. Dünyanın en anaç ve misafirperver (ve alkollü) Türk kızı olarak, “Ay o zaman bana gelin yarın akşam!” demiş bulundum bu açıklama üzerine. Cep telefonum grevde olduğu için ev telefonu, mail adresleri değiştirildi. Bu esnada D.G.’de mekâna ulaştı (ben çok emindim, “Ben arkadan gelirim!” dediğinde beni elin ecnebileriyle sokağa attığından ama utandırdı arkadaşım beni. Canım arkadaşım benim).
Neyse, ctesi günü akşamüstü Hernan ve Vinicius arzı endam eylediler. Bu esnada ben kendi eşyalarımla değil de ev sahibimin eşyalarıyla yaşadığım bir eve ne halt yemeye elin adamlarını çağırdığı sorgulamamaya çabalıyordum. Ne yiyip ne yemediğimi sordular (Müslüman kızın domuzla imtihanı!). “Hindi, tereyağı ve bamya” yemediğim yanıtını aldılar ve markete gidip geldiler. Ben cahilim ya, efendim, meğer bu pek mühim hadiseymiş couch surfing olayında; birlikte yemek yapmak ve muhabbet edip kütlülerimizin güzelliklerini birbirimizle paylaşırmışız. Lakin bunu iki felsefeci ile yapmak saatler alabiliyor, benden söylemesi.
Yemeğimizi yedik, yemek öncesi ve sonrasında kendilerine yorgun olup dışarı çıkmayacağımı ama isterlerse onların çıkmasında hiçbir sakınca olmadığını söyledim. “Yok, biz de seninle kalacağız,” dediler, bir film seçtiler ve film izleyerek geceyi sonlandırdık. Ertesi sabah uzunca bir kahvaltı sonrası toparlanıp evden ayrıldık. Birlikte Egon Schiele sergisini gezdikten sonra vedalaştık. Artık Arjantin ve Brezilya’da da birer evimin olmasının verdiği mutlulukla, soğuktan burnumu çeke çeke ayrıldım Güney Amerika halkıyla. Evde bir hafta Vinicius’un 1 metrelik saçlarını toparladım.

Passau


Ben gezici kitleyi Lindau’ya ikna etmeye çabalamış olsam da, beni “Kışın orası bir naneye benzemez, sen baharda git oraya,” söylemlerine boyun eğip, yüzümüzü Passau’ya döndük. Şubat başında bir ctesi sabahı mümkün olduğunca kalın kılıklarımızla istasyondan yola çıktık. Almanya’da bir yere grupla seyahat etmeyi kolaylaştıran grup tren biletlerini sevgiyle anıyorum. Bölgesel olduklarında şehir içi ulaşımda da kullanabiliyor olmak süper ekonomik çözüm getiriyor.

-neşeli dükkan-

Avrupa’da birkaç şehir görünce hemen şımardım. Bir yerden sonra çok karakteristik bir hadise yoksa hemen hepsi aynı gelmeye başladı. Benzer bir merkezi alan, etrafında benzer dükkânlar, küçük sokaklar, ... Passau’nun farkı şuymuş efendim; Tuna, Inn ve Ilz nehirleri bu şehirde kol kola giriyorlarmış. Benim için şehrin güzelliği tepeli olmasıydı. Münih yaylasında yükseltiye hasret kaldığımdan olsa gerek, şehir gezisine topuklu pabuçla gelen eski çalışma arkadaşımızı ve ihtiyarca kardeşlerimizi (onlar pabuçlarının uygun olmadığını iddia ettiler) geride bırakıp R.B.B. kardeşimle karlı tepelere kaya kaya tırmandık. Yuvarlana yuvarlana indik.


-tırmanık-


-iki nehir birleşmiş, üçüncü görünmüyor-

Bir de dünyanın ikinci en büyük kilise orgu Passau’daki St. Stephen Katedrali’nde yer alıyormuş. Gittim, gördüm ama müzikal ilgi ve bilgimin yetersizliğinden olsa gerek herhangi bir hayranlık duygusu geliştirmedim (duygusuz kadın!).

-kocaman-
Ama kabul etmem gerekir ki gün batımı güzeldi.




Retro Intro


Yazmaya uzun süre ara verince nereden başlayacağımı bilemiyorum. Her arada/molada sonunda böyle bir sıkıntı olacağını bilsem de o arayı kısa tutmayı beceremiyorum. Zaman kullanımı ile ilgili genel sıkıntımın hayatımın her alanına yayılmış olması beni tutarlı kılar mı? Bir nebze.
Münih maceram planlanandan epeyce erken bitti. Bitiş yaklaştıkça son bir telaşla küçük komşu şehirlere, müzelere saldırma enerjisi geldi. Bunun dışında İspanyol kardeşlerimle ara ara “Yeter artık, dinlenelim,” desek de göbeklerimiz bağlı bir şekilde komün hayatının kalorilerinde fink attık.
Tabi ki bu arada bir kere daha ev değiştirdim, Münih’te. En sevdiğim İtalyancı’nın iki blok yanında, Münih’te en çok kaybolmayı becerdiğim Stein – Milch – Preysing caddelerinin göbeğinde, müthiş bir sokakta karanlık mı karanlık bir giriş katına, uyuz Roger’ın evine taşındım, şubat ayı sonunda. Sevgili Roger, evinin yarısını ben ve milyon parça eşyama açıp, dolaplarını tam olarak boşaltmayıp, benden tam kira almayı bildi. Evin konumu süper olmasa, eve bakmaya bir Pazar öğleden sonra sevgili R. L.-A. ile kafalarımız son derece güzelken gitmemiş olsak yine de tutar mıydım bu evi, bilemiyorum. Bu dönemde evde çok zaman geçirmediğim için daha fazla dırdır etmeyeyim. Konumu hakikaten çok güzeldi. Sabahları güzel bir caddeden yürüyordum servise giderken, hafta sonları Münih’in en güzel Türk kadınlarının işlettiği fırında kahvaltımı yapıyordum, yaprak sarması konservesi aldığım Yunan bakkal amca poşetime bir de limon atıyordu, en sevdiğim restoranlara 5-10 dakikada yürüyerek ulaşıyordum. Beni evlat edinmelerine ramak kalan M.Ö. ve İ.H.S.’nin evlerine millet şıkır şıkır kaldırımlarda salınırken ben paspal ev kostümlerimle 3 dakikada varıyordum. J.I.d.C.V.’nin de söylediği gibi, tam bir Haidhausen’li oluyordum ki Ankara bensiz yapamadı.


-Maellemiz güzel-

31 Ocak 2012 Salı

Ocak Ayı Güzelleri


Bazı değişikliklere "heves" etmek için illa ki bir başlangıca ihtiyaç duyarım. Tembelliğimi yenmek üzere tembelliğimden destek alma hali. Niyet ettim, gönlümün ferahlığı için, aylık okuma bildirimi yapmaya. Bildirimden öte, geçen ayın okunanlarından kayda değerleri kayda almaya.




2011'i Aslı Tohumcu'nun Abis'i ile bitirmiştim. Bu kitap bir süredir idefix listemde beklemedeydi, kısa Ankara ziyaretim öncesi verdiğim siparişe cevaben oraya ulaştığımda tanıştık kendisiyle. Aslı Tohumcu ile geçmiş münasebetim Radikal Kitap ve Taş Uykusu mertebesindeydi. Abis'i, Taş Uykusu'ndan daha etkileyici buldum. Kitabı okumaya başladıktan sonra kitap etrafında dolanan haberlerden haberdar oldum. Saçmalık karşısında güldüm ama sanırım Aslı Tohumcu'nun canını epey sıkmışlar. Tez zamanda sorun çıkartıcılara akıl fikir diliyorum.




-*-*-



Abis'in yüzüme yüzüme vurduğu çok olası şiddet hikayelerinin ardından, 2012'ye neşeli başlangıç yaptım. Alexander McCall Smith'in Abur Cubur Peşinde serisi bunun için doğru seçim oldu. Kitapların kahramanlarının bir gıda maddesinden (sakız, patlamış mısır, vs.) kaynaklanan çok ciddi sorun karşısında sahneye çıkmaya hazırlanırken ailelerinin "Tabi git evladım oralara, biz çok meşgulüz zaten, bu işin üstesinden ancak sen ve afacan kardeşin/arkadaşın gelebilir," temalı cesaretlendirmesine bayıldım. Kitapların bendeki olumsuz yansıması, Çubuk Makarna Düğümü'nü okuduğum akşam iki tabak çubuk makarna yemem oldu. Belki de annemin yemekleri iştahımı açmıştır, kitapların günahını almayayım şimdi.


-*-*-


Onur Caymaz'ın ismiyle son sıralar sıkça karşılaşıyordum, "ölmeden okusam iyi olur" listelerimde ismi birkaç kez yineleniyordu. Kalbin ve Tenin Bütün İstekleri'ni okumaya başladığımda kitaba ısınmam zaman aldı. Daha doğrusu öykülerle bir türlü kaynaşamadım. Daha da doğrusu bir öykünün son paragraflarında o öyküye kanım ısınmaya başladı. İlk iki bölüm bu "hoşuma gidebilecek bir filmi son sahnesinden yakalama" hissiyatıyla geçti; tüm alıntı ve ithaflara özenerek. Benim nazarımdaki -bilmem Onur Caymaz da bu amaçta mıdır?- üçüncü bölüm Gökyüzü Sineması ise ilk sözcüklerinden itibaren sarıp sarmaladı beni, tadından yenmez hüznüyle içimi sızlattı. Sanırım farklı hikayeler yaşayan benzer niyetli/kaderli karakterlere (A. Gray'in Lanark'ı, Tahsin Yücel'in Peygamber'i ve benzeri uyumsuz/dertli adamlar) gizli bir hayranlığım var. Bence Gökyüzü Sineması başlı başına bir kitap olmayı hak ediyor.




-*-*-


Görkem Yeltan'a sevgim Kaborüko ile mi başladı? Bilmiyorum. sanki o hep vardı hayatımda, hep incelikli cümleler kurardı, hep yumuşak bir sesi vardı. TV ile iki ayda birden daha sık görüştüğüm vakitlerden, ekranda yumuşak gülümsemesi aklımda. Halen okumadığım onlarca kitabımın üzerine yenilerini almışken, annemle yaptığımız ufak bir kitapçı ziyaretinde muhteşem kapağıyla karşılaştım, Haliç'ten Bulutlar Geçerken'in. Raflardan topladığım tüm Barış Bıçakçı kitaplarının arasına sıkıştırıverdim, "Aman bunları da el çantamla götürürüm, yanımda" diye kendime kandırarak. Rojin'i çok sevdim. Onu elinden tutup denize götürmek istedim. Kitabı burnumu çeke çeke bitridim. Tüm sevgimle sarılıyorum, Görkem Yeltan'a.




-*-*-


M. Şehmus Güzel'in Abidin Dino biyografisi ile sonunda helalleştik. İlk cilt beni çok yormuştu. Aslında benim için Şehmus Bey'in yazım tarzına alışma yönünde bir egzersiz fırsatıymış, ciltler ilerledikçe farkına vardım. İkinci cildi öle bayıla okudum, dönemin (1942-1952) Türkiye ve Avrupa siyasetiyle ilgili bir çok konu açıklanıyor, Abidin'in yanısıra Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Fikret Mualla, Sait Faik ve daha bir çok sanat ve siyaset figürü hakkında detaylı bilgiler sunuluyor, pek çok kaynak adresleniyordu. Üçüncü kitaba da büyük bir hevesle başladım ama aradığımı bulamadım. Bir önceki kitapta ilgili 10 yılı uzun uzun ve tüm detaylarıyla aktaran Şehmus Bey; 1952-1993 arasında gecen 40 yılı bir çırpıda ve homojenlikten son derece uzak bir şekilde anlatmış. Okumaya başladığım andan itibaren heyecanla beklediğim Elsa Triolet dostluğu satır halinde yer alırken tek bir fotoğraf karesi (ki bu şekilde pek çok örnek ver, bu fotoğraflar kitapta yer almıyor) sayfalarca anlatılmış. İkinci cilt kadar güzel bir tat bırakabilseydi son cilt, yere göğe koymadan bahsedecektim bu biyografiden ama şimdi ilk ciltteki olumsuz düşüncelerime geri döndüm.







-karmaşa-




M. Şehmus Güzel'i tanımamak benim ayıbım olabilir, tanımama ayıplarımın arasında gayetten yerini alabilir bu durum. Kendisi akademisyenmiş ve de pek çok yayını varmış. Ve okurken kesnlikle inkar edilmez bir şekilde anlıyorsunuz ki bu kitap için müthiş uğraşmış. Ama keşke laf dolambaçlarında bana yolumu kaybettirmeseydi, konunun özünden çok dallanıp budaklanmadan, bir kaynağın tamamını değil de ismini vererekten yoluna devam etseydi. Yine de çok sağolsun, çok şey öğrendim.







-fotoğraf anlatımı-



"Fakat yabancı bir coğrafyada en zor olan o sessizlik, o kimsesizlik ve o yalnızlık içinde geçirmeye mecbur olabileceğiniz ilk zamanlarınızdır," demiş, Şehmus Bey. Yeryüzünün tek ağlayanı ben değilmişim, tanış olmadığım kader arkadaşlarıma selam iletiyorum.



Bu da Abidin Dino ile yaptığı bir röportajdan, çok eğlendim:




Geçen gün Almanya'dan sergiye gelen değerli bir konuk, resimlerime dikkatle baktıktan sonra sordu : "mesajınız nedir?"
Cevabım şu oldu: "Postacı değilim ki mesajım olsun..."


-*-*-


Barış Bıçakçı ile son on yıl içinde tanışmış olmam gerekirdi. Sevgili arkadaşım H.C.S.'nin Bizim Büyük Çaresizliğimiz film çekimlerinde çalışmasıyla ilk defa kitaptan haberdar oldum. Ama okumaya başlamam ancal 2011 Temmuz'unda gerçekleşti. Bizim Büyük Çaresizliğimiz, tatlı bir hüzün yaşatmıştı. Sonrasında okuduğum Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra ise gözlerimi sızlata sızlata sayfalarında gezindirdi, beni. Ocak ayının güzeli ise Aramızdaki En Kısa Mesafe oldu. Bir çarşamba akşamı uyku öncesinde başladım kitaba ilk birkaç bölümde bir algı eksikliği yaşadım, olaylar ve kişiler arasında bir türlü bağ kuramadım. Sonrasında okumaktan kendimi alamadım yine. Kendimi "Bak bu gece uyuyacağız, yarın sabah serviste daha açık bir zihinle okuyacağız kalan cici sayfaları," diyerek zar zor uykuya ikna ettim. Ertesi sabah serviste afacan gözyaşımı -bir adet- kurularken, bu kadar yalın bir anlatımla bu kadar olası kişi ve hadiseleri bu denli güzel anlattığı için Barış Bıçakçı'ya sevgilerimi yolladım. Bir de Mual'i ve içliköftesini çok özledim.




... , zihinsel dünyasında ve günlük
hayatında acı veren kopuşlar yaşamayanlar, buna cesaret edemeyenler, insanı
aptallaştıran bir sürekliliğin esiri oluyor, bunun sonucunda da zamanın
geçişine, yaşlanmaya ve ölmeye akıl erdiremiyorlardı.


9 Ocak 2012 Pazartesi

Hayallerimin Isi: Ucretli Okurluk


Bu sabah bunyem Ankara saatinden Munih saatine gecis yapamadigi icin 05.00`te uyandim. Ufak capli bir kiyafet krizi sonrasi -utu yapmam farz oldu- 06.30`da evimi terk eyleyip servisime bindim. Yol boyu kitap okuduktan sonra 07.45`te ofis binasindaydim. Lakin ofisimin kapisi kilitliydi. Komsu bir ofise esyalarimi birakip sekreterimize kostum ki onun da ofisi kilitliydi. Sansimiza mutfak kilitli degildi, kahvemi alip siginma ofisine gidip, kitabimi okumaya basladim. Sevilen bir kul olmam sebebiyle anahtarci amca ust kat ve bizim kattaki tum ofisleri acip, bizim ofisimizi unutup gittigi icin ilerleyen saatlerde diger ofis arkadaslarimin da gelmesiyle pek neseli bir ekip olduk. 3 saat 15 dakika boyunca kitap okuyup; arada ugrayanlarin yeni yilini kutlayip; hemen herkese ne zaman geldigim, Ankara`da hava sicakligi ve saat kactan beri beklemekte oldugum konusunda brifing verdim; tokalasma sporuyla kol kaslarimi calistirdim; arada kahvemi yeniledim. Sonra anahtarci amca geldi, salina salina. Biz de soguk ofisimize kavustuk.


Hep sabahin korunde serviste degil de, soyle kafamin en iyi calistigi gercek sabah saatlerinde okumayi arzulardim. Sigortam da var. Fena is degilmis.


Anahtarci amcayi takip edeyim ben en iyisi.

8 Ocak 2012 Pazar

Bir Başkasıyla Karşılaşana Kadar Dünyanın En Güzel Kitap Kapağı


Sedat Girgin çizmiş, Görkem Yeltan'ın Haliç'ten Bulutlar Geçerken kitabı için:



-O kadar çok seviyorum ki göremezsin.-

Kış Günleri


Aralık ayı bir koşturmaca ve müthiş bir yorgunluk içinde geçmiş, parmaklarım klavyeye pek uğramamış. Yeni yıla başlarken bir toparlamada bulunayım.

Aralık başında canım arkadaşlarım A.A.Ö. ve D.Ö.'ye sarılmak üzere bir haftasonu Stuttgart'a koştum. Koşarken hız kesmesin diye hafif kılıklar tercih etmişim, kişisel tarihimin en çok üşüdüğüm haftasonları arasında yerini aldı bu iki gün. Akılsız başın cezasını tüm beden çekti takip eden haftada. Stuttgart'ın çevresinde dolanıp, içine nüfuz etmediğimiz bu haftasonunda gitmeden önce çokça fikir sahibi olmadığımız ama performanslarını gayetten beğendiğimiz She Keeps Bees konseri ile Schorndorf'u, ortaçağ temalı noel pazarı ile Esslingen'i ziyaret ettik. Kalan zamanı D.Ö.'nün enfes kahvaltıları eşliğinde leziz muhabbetlerle geçirdik. Sevdiğim insanlarla birlikte olduğum sürece nerede ne yaptığımın çok da mühim olmadığını bir kez daha kendime kanıtladım, farkında değilmişim gibi.



-yeni tanışım Ö.Y.'nin müthiş çekimiyle konser hatırası-



-esslingen'de kendimden beklenmeyen bir performans gösterip ilk atışta taş güllecikle kırmayı başardığım, kütüğe monte yımırtalar. ödülüm çok ama parlak bir taş oldu. değer kazanmasını bekliyorum.-

Stuttgart'ı takip eden haftayı borazan sesimle karşıladıktan sonra bünyem hata verdi ve iki günümü evde yatarak geçirdim. C vitamini bombardımanı ile hastalığımı bir nebze kontrol altına alsam da Aralık'ın son haftası Ankara'ya ulaşana kadar öksürmeye devam ettim. Süper bilinçli bir insan olarak Münih'in "asıl" noel pazarını ıskaladım, çok fazla glühwein tüketmedim. Alman büyüklerim gerçek kışın halen gelmediğini iddia etseler de kıç donduran soğuklarla kucaklaştım.

Aralık ayı son haftasında Ankara'daydım. 3 saatlik uykuyla ulaşabildiğim başşehrimizin ilk gecesini canım arkadaşlarımla rakı sofrasında hayırladık. Neşeli sarhoş halimle sanırım biraz yüksek sesle bütün gece konuştum, konuştuklarımın bir kısmını ertesi gün hatırladım.

Ankara'da iki hafta kaldım ve yetmedi. Hava muhalefeti, ecnebi mesai kardeşlerim memleketlerinde tatil yaparken işe gitme zorunluluğum ve ulaşım kısıtları insan görme etkinliğimde istediğim verimi almama engel oldu. Ama yine de yaz mesaisinde göremediğim birkaç arkadaşımı görmek beni çok mutlu etti. Eylül başında tek tük kelimeler eden bir sıpanın ismimi gayet güzel telaffuz edip annemi ona "turuncu ve yeşil sürpriz veren teyze" olarak tanımlaması, emekler bıraktığım bir diğerinin oradan oraya koşturması yaşlanma hissiyatımı şöyle bir okşadı.

Velhasılı kelam, dün akşam itibariyle soğuk memleketime dönüş yaptım. Kimseciklere doyamadım ama evime ulaştığım için huzura yaklaştım.

Güzel geçsin yeni yılımız.