17 Eylül 2011 Cumartesi
İlk hafta
4 Eylül 2011 Pazar
Can Gençlik'e Ne Oldu?

1 Eylül 2011 Perşembe
Lozan'da
Zürih’te trene binmeye hazırlanırken E.S. mesaj attı, “Geliş yönünde sol tarafa otur, yaklaşırken muhteşem Leman Gölü manzarası ile karşılaşacaksın”. Anadolu’nun bozkırlarında at sürmüş bir vatan evladı olarak “Bir göl ne kadar muhteşem olabilir ki?” çok bilmişliği ile, yine de arkadaşımın sözünü dinleyerek trende yerimi aldım. Yol boyu dışarıyı izlerken Milka ineklerinin, çayırlarda uzanan geyik ailesinin, elindeki kovayla ineklere koşan Heidi’nin gerçekte var olduğunu –Heidi sarışındı ama olsun- anladım. Bern’den geçerken müthiş köprülere hayran kaldım, görülmesi gereken şehirler listeme ekledim.
İstasyona ulaştığımda C.T. ve E.S. beni bekliyorlardı. E.S. ile bir hafta önce Münih’te buluşmuştuk, C.T.’yi bir yıldır görmemiştim, uzun uzun teletabi sarılması yaptık. İstasyonun hemen yakınında bir kafede ilk –ve ikinci- kırmızı şaraplarımızı içtikten sonra evlerinin bulunduğu Pully bölgesine/semtine gitmek üzere trene bindik.
Pully’de, arkadaşlarımın evlerinin bulunduğu küçük sokağa, onun sakinliğine, şıklığına bayıldım. Sanırım Alman yapılarından sıkılmıştım (Ankara’nın müthiş mimarisi başlı başına bir tez konusu). Sıcacık evlerinde C.T. ile pencere önüne konuşlandıktan sonra yıllarca ismini dahi yüzümü buruşturarak telaffuz ettiğim beyaz şarapla beklenmeyen bir barış imzaladık. E.S. “Buranın beyaz şarabı çok başka,” dediğinde elimi tereddütle uzattığım kadehi kısa bir süre sonra yeniden dolması için ters yönde iletiyordum. Bu nimet karşısında mutlulukla kendimden geçmiş, C.T. ilen çeneye düşmüş iken, E.S. balıkları pişirmeye, salataları hazırlamaya başladı.
Ev sahiplerimin neşeli İspanyol arkadaşı L.S.’nin de gelişiyle rakıya geçiş yaptık ve haftalar süren hasret sona erdi. Gece yarısından sonra yemek, içmek ve konuşmaktan bitap yataklarımıza yollandık.
Takip eden gün öğleden sonra şehir merkezine ulaştık. Sokaklarda dolaştık. Ağlatan acılıkta Çin yemekleri ile karnımızı doyurup katedral yolundaki basamakları tırmandık, küçük bir kafede kahvelerimizi yudumladık. S.’nin de bize katılmasıyla yeniden Pully’ye döndük, arkadaşlarımın komşusunun mahzenine daldık ve bir başka enfes beyaz şarapla mutluluğa bir adım daha yaklaştık.
Yılladır kendilerinden “bizim balkon” diye dinlediğim, eve 3 dakika mesafedeki kilisenin arka bahçesinde soluklandık bir süre. Balkon enfes, enfes ötesi. Karşıda dağlar, arada göl, hemen önü bağlar. Saatlerce oturabilirdim ama gitmemiz gerekiyordu. Sahile doğru yürüdük, kıyıdan kıyıdan Ouchy limanına ulaştık. S.’ye veda edip, E.S.’nin arkadaşı J.O.’nun teknesindeki –yat mı demeliydim yoksa?- barbekü partisine katıldık.
Tahminen yerel mangal alışkanlıklarından kaynaklı bir önyargıyla barbekü partisinin barbekü kısmının sosisten ibaret olduğunu algılayınca önce minik bir şaşkınlık geçirdim. Sonra o kadar çok yiyip içtim ki şaşkınlığımı unuttum.
Gece uzadıkça uzadı. Avam İngiliz diliyle vedalaşan bir grup elit insan, Fransızcaya dönüş yaptı; uykum geldi derken saat 03.00 sularında, suları kontrol etmek isteyen bir grup delikanlı gece yüzüşlerini gerçekleştirdi. Kendilerini titrer vaziyette beklediğimiz tekneye geri aldıktan sonra hızlı bir vedalaşma turuyla L.S.’nin evine gittik. Yatmadan önce E.S.’nin kalan son enerjisiyle pişirdiği tarhana çorbasını içtik ve sabah insanlığa dönüş yapmış halde uyandık.
Takip eden günde önce pazarı gezdik. Meyve sebzemizi pazardan, sandviçlerimizi evden, şarabımızı şarküteriden alıp sahile gittik. İskelenin ucunda uzunca bir süre direndikten sonra göle kendimi bıraktım. İlk birkaç dakika diş kütleten bir titreme yaşadıysam da sonrasında pek mesut oldum.
Akşam şehir merkezinde küçük bir tur atıp meşhur bir hamburgerciye gittik, çıkışta koşturarak kendimizi bir yerlere attık, çok fazla ıslanmadan deli yağmuru atlattık.
Pazar günü, oraya ulaştığımda süper mutsuz olan beni ergen anası-babası sabrıyla dinleyip pofpoflayan canım arkadaşlarımla vedalaşıp bütün gün sürecek bir tren yolculuğuyla müthiş kasabama geri döndüm.
Lozan’a bayıldım. Ama sanırım C.T. ve E.S. olmasa bu kadar hayran kalmazdım. Hepsine yetişemediğim için bazen, birazcık fazla sayıda arkadaşım olmasından yakınıyorum ama ettiğim herhangi bir lafın, karşımdaki tarafından nasıl algılanacağını düşünmeksizin “gelişine” konuşabildiğim arkadaşlarım olduğu için çok da şanslı olduğumu biliyorum.
Hayat dostlarla güzel.
23 Ağustos 2011 Salı
Zürih'te Birkaç Saat
Haziran başı tatilimde sevgili arkadaşlarım C.T. ve E.S.’yi ziyaret etmek üzere Lozan’a doğru yola koyuldum. Biraz onların da itelemesiyle kendimden beklenmeyen bir performans göstererek internet otostopu marifetiyle süper hızlı ve ekonomik bir yolculukla 3 saatte Münih’ten Zürih’e ulaştım (Münih-Zürih’i sesli söylemek eğlenceli olabiliyor). Bana kalsa dakika oyalanmaz Zürih’ten ilk tren ile Lozan’a yollanırdım ama tembel turistliğimin bilincinde olan E.S., Zürih’te birkaç saat geçirmemi gerektirecek bir tren ayarladığı için zoraki turistçilik oynamaya çalıştım.
Şortla geçen nisan-mayıs sonrasında bir serin gelen haziran ayının bu ilk günlerinde sabahtan kısa pantelonla yola çıkmış olmanın verdiği hafif bir ürpertiyle, Türk olduğumu öğrenir öğrenmez pıflayan sevgili araç sahibi Moris’ten Zürih İstasyonu’nda ayrıldım. Geçirmiş olduğum uyku seyrek/alkol yoğun haftanın yorgunluğu ile caddeler arasında dolanmaya başladım. Ben yürüdükçe çantama birileri tuğla ekledi sanki. Muhteşem seyrüsefer yeteneğime güvenim olmadığı için bir takım üstgeçitlerden dolanıp, polis merkezinin çıkmaz sokak otoparkından çark edip en doğrusal mihenk noktası –şeridi (?)- olan nehre yöneldim. Kendisine paralel bir şekilde bir müddet ilerledikten sonra gözüme kestirdiğim bir kafeye oturup onların alengirli bir isim verdikleri ıspanaklı börek eşliğinde şarabımı yudumladım, mektuplarıma devam ettim.
Tren saati yaklaşırken yine kıyıdan kıyıdan Zürih’le vedalaşıp istasyona yöneldim.
Bu kadınlar, bir binanın girişi ile yolun karşı ve çapraz kısmını bağlayan bir üst geçidin duvarındalar. Cahil turist olarak neden orada olduklarını, girişi olan binanın ne binası olduğunu pek tabi öğrenmedim .
Dizi dizi köprülerden geçerken yüzüme bakan nehir. Tuna’dan sonra bu nehir deniz etkisi yarattı, deniz gibi kokuyordu. Sanırım denize hasret kalmanın etkisi de var bu algımda. Ankara’dayken deniz mi görüyordum? Hayır ama istesem 4 saatte denize ulaşabileceğimi biliyordum. Almanya’dayken tüm denizlerden yüzlerce kilometre uzakta olmak, benim gibi bozkır çocuğuna zor geldi, zaman zaman.
Üşengeç ve yorgun olmasam tırmanmaktan zevk alacağım basamaklar. Yeniden yolum düşerse, tırmangaçlı şehre, hafif bir yürüyüş kostümüyle dolaşmak isterim sokaklarını.
Ingolstadt Fotoğrafları
İlk gittiğim hafta Tuna kıyısında oturup annemi aradığımda gördüğüm manzara. Elbet güneş açacak umuduyla gri gökyüzü ve henüz sinek basmamış nehir.
Yürümeyi en sevdiğim park. Şehir merkezinin kuzeyinden başlayıp, güneye kıvrılıp Tuna’ya bağlanıyor.
Doğum günü pastam ve mumu. “Buralarda çok yalnızım, atam,” bunalımına girmemek üzere tatlı iki arkadaşıma “Bugün benim yaş günüm, akşam yemek yiyelim,” kandırığı yaptım. İyi ki de yapmışım.
Çok canım arkadaşım A.B.S.Ç. ben yola düşmeden aramış taramış bana Ingolstadt Blues Festivali programını ulaştırmıştı. Gidebildiğim tek konser –sankim süper sosyal/kültürel hayatta etkinlikten etkinliğe koşar gibi- Samuel James beyin konseri oldu. Konser bir bira evindeydi. Amcalar, teyzeler masalarda sakince oturuyor, garsonlar sessizce servis yapıyor, Samuel Bey her şarkısından önce bir hikâye anlatıyordu. Sakin ve de güzel bir akşam oldu.
İlk konakladığım misafir evinin sokağı. Gece yarısından sonra oteline kadar arkadaşıma eşlik etmişim; köprülerden, alt geçitlerden güvenle geçmişim, dolunayda sokağıma ulaşmışım.
Sevgili gizli çılgın arkadaşım D.K. ile bilmemne festivalinde bindiğimiz, bağıra çağıra döndüğümüz alet. Arada sırada böyle tüm nefesimle çığlık atmak üzere böyle zımbırtılardan yardım almak fena olmayabilir.