17 Eylül 2011 Cumartesi

İlk hafta

Geçen hafta pazar günü yerel saat ile 09.30'da Münih iline intikalim gerçekleşti. Müthiş bir düzenleme ile geceyi uykusuz geçirdiğim için ikinci Münih çıkartmama rüyada yüzer gibi başladım, halen de aynı hissiyat içerisindeyim.

İlk sefer, orduma kendisinden beklenmeyen bir hareket kabiliyeti sağlamış. Beklenmeyen olması, olağanüstü olması anlamına gelmiyor; sadece modern insanın kolayca gerçekleştirebildiği toplu taşıma işlemleri gibi gündelik hadiseler benim açımdan "başarılması gereken eylem" halini alabiliyor. Çok yetenekliyim.

Doğru S-Bahn ile doğru istasyonda inip, kalacağım yere ulaşıp çantalarımı attım ve dışarı çıktım. Bir miktar dolandıktan sonra bir adet beyaz birayla azıcık kendime geldim, sonrasında odama yerleşip akşama kadar uyudum. Akşam bir miktar daha bira tüketmiş olabilirim. Biraz da yağmur yemiş..

Türkiye'den bir saat geride olmak, burada alışma sürecimi kolaylaştırıyor. Pazartesi sabahı alarmım 05.45'e kurulmuş olsa da 05.00'te pek rahat uyanmıştım, çok hayrını gördüm bu hareketimin. Yine kaybolmadan -aferin koca kıza!- şirket otobüsüne ulaştım ve işe gittim.

Kıymetli amirlerime haber etmeyi unuttuğumdan gelişimi şaşkınlık ve sevinçle karşıladılar, elimi hasretle sıkarken kollarımı Alman gücüyle sınadılar. İspanyol kardeşlerimle bol gürültülü, epey sarılmalı bir kavuşma yaşarken Fransız meslektaşlarımla saygın ilişkimizi korumaya devam ettik.

Bu gelişimde zınk diye işin orta yerine düşeceğimi bilmeme rağmen bütün haftayı hafif -tamam biraz daha fazla olabilir- endişe ile geçirdim. Cuma sabah saatlerinde zihnimin çarkları tozlarından arınmaya başlamıştı ama erken kaçtım, kısmetse pazartesi devam eder akafam çalışmaya.

Gelmeden önce de olduğu üzere, geldiğimden bu yana ev aramaktayım. Kimseye yük olmayayım derken yardım öneren hemen herkese "ay evet, süper olur!" yanıtını vermeye başladım. İlk haftamı gayet enfes bir bölgede geçirip, akşamları işten geç gelip devrildim. Sonra ev arayışımda sevgili Silke teyze ile yolum kesişti. Kendisinden 2 haftalığına evini ödünç aldım. Şimdi kendisinin orman yeşilliğinde, çöl tozluluğundaki aydınlık salonunda yerde iki büklüm yazmaktayım -interlenki en düzgün yakaladığım nokta-.

Bu gelişim azıcık fazla biraz hüzünlü oldu, beklemiyordum. Gelmeden önceki gün babannem telefonda ağlamaya başlayınca, hafta boyunca mümkünse yalnızken dökmüş olduğum gözyaşlarımı biraz fazlaca saçtım ortalığa. En sevdiğim sakinleştirici eylemlerden mm basamaklarında meyveli gazoz ve sigara eşliğinde Y.T. ile telefon görüşmesi sayesinde biraz olsun sakinledim. Bir de son gecemi dışarıda arkadaşlarımla ve sarhoş olmaya and içmiş bir şekilde geçirdiğim için ablacığımla ağlaşacak vaktimiz de kalmadı.

Evsizlik ve başka hadiselerden de canım sıkkındı ama dün içimin güneşi doğmaya başladı. Önce yanlış yola saptığımdan emin bir Alman amca, yol tarif ettikten sonra arkamdan koşup beni gitmeye çalıştığım sokağa bıraktı. Sonra buluşma noktası olarak belirlenen dönercideki beyler "beyaz bira istiyorum" diyince kopup, benimle süper eğlendiler. Dedim, "Ne yani, beyaz değil mi?", kabul ettiler onlar da sonunda. Sonra da eski coğrafya öğretmeni, yeni ticaret insanı bir beyle benim ev sorunum vesilesiyle çay içmeye başlayıp, memleket ve hayata karşı umutla dolup yanından ayrıldım.

Bu sabah da yeni konağıma -konduğuma göre doğru mudur?- geçtim. Dün bir kısım eşyamı bırakmış olmama rağmen sırtımın üçe katlanması sebebiyle getirip giymeye fırsat bulamadığım yazlık kıyafetlerime küfürler savururken sevgili D.G.nin "burası hep sonbahar kış" yorumunu da saygıyla andım.

Ve fakat keyfim asıl markete gidince yerine geldi. Sanki annemin karnından birlikte yola çıkmışız gibi özlemiş olduğum ıcık cıcık meyveleri, güzelim peynirleri, sevdiğim makarnaları alınca "oh be!" dedim. Oh be! Bir de ablamın ABD yıllarında -bana ne oluyorsa- gönül verdiğim marşmelovlun sıcak çikolatayla karşılaştım, enfes oldu.

Gelmeden önceki hafta koşturmacada 1 kg kadar vermiştim, geleli 1.5 daha vermişim. Diyetisyenle 2.5 ayda ulaşamadığım ağırlığı iki hafta ıvırzıvır peşinde koştururken vermiş olmam bir sağlıksızlık başarısı olarak kişisel haneme yazılsın. Neyse, dolaba tıkıştırdığım karbonhidrat kitlesiyle yuvarlanırım bir haftaya kalmaz.

Arcade Fire'dan Ready to Start gelsin..

4 Eylül 2011 Pazar

Can Gençlik'e Ne Oldu?


Ne sayfasına ulaşabiliyorum, ne de tatmin edici bir yanıt bulabiliyorum soruma. Pek heyecanlıydım halbuki, yayınladıkları ve yayınlayabilecekleri hiç bilmediğim kitapları düşündüğümde. Sayesinde J. C. Oates ile tanıştım. Birkaç ay önce Seksi'yi okumuştum, önceki hafta da Deli Yeşil'i. Geçen hafta cumartesi sabahının otobüste uyanılan ilk saatlerinde, kitabın heyecan ve gerilimi gittikçe tırmanır ve tırmalarken, aşağıdaki şiirle selamladı sayfalar beni. Yazma tembeli oldum; fotoğrafla gelsin. Can Gençlik de yeni güzel kitaplarla geri dönsün.




1 Eylül 2011 Perşembe

Lozan'da

Zürih’te trene binmeye hazırlanırken E.S. mesaj attı, “Geliş yönünde sol tarafa otur, yaklaşırken muhteşem Leman Gölü manzarası ile karşılaşacaksın”. Anadolu’nun bozkırlarında at sürmüş bir vatan evladı olarak “Bir göl ne kadar muhteşem olabilir ki?” çok bilmişliği ile, yine de arkadaşımın sözünü dinleyerek trende yerimi aldım. Yol boyu dışarıyı izlerken Milka ineklerinin, çayırlarda uzanan geyik ailesinin, elindeki kovayla ineklere koşan Heidi’nin gerçekte var olduğunu –Heidi sarışındı ama olsun- anladım. Bern’den geçerken müthiş köprülere hayran kaldım, görülmesi gereken şehirler listeme ekledim.


İstasyona ulaştığımda C.T. ve E.S. beni bekliyorlardı. E.S. ile bir hafta önce Münih’te buluşmuştuk, C.T.’yi bir yıldır görmemiştim, uzun uzun teletabi sarılması yaptık. İstasyonun hemen yakınında bir kafede ilk –ve ikinci- kırmızı şaraplarımızı içtikten sonra evlerinin bulunduğu Pully bölgesine/semtine gitmek üzere trene bindik.


Pully’de, arkadaşlarımın evlerinin bulunduğu küçük sokağa, onun sakinliğine, şıklığına bayıldım. Sanırım Alman yapılarından sıkılmıştım (Ankara’nın müthiş mimarisi başlı başına bir tez konusu). Sıcacık evlerinde C.T. ile pencere önüne konuşlandıktan sonra yıllarca ismini dahi yüzümü buruşturarak telaffuz ettiğim beyaz şarapla beklenmeyen bir barış imzaladık. E.S. “Buranın beyaz şarabı çok başka,” dediğinde elimi tereddütle uzattığım kadehi kısa bir süre sonra yeniden dolması için ters yönde iletiyordum. Bu nimet karşısında mutlulukla kendimden geçmiş, C.T. ilen çeneye düşmüş iken, E.S. balıkları pişirmeye, salataları hazırlamaya başladı.


Ev sahiplerimin neşeli İspanyol arkadaşı L.S.’nin de gelişiyle rakıya geçiş yaptık ve haftalar süren hasret sona erdi. Gece yarısından sonra yemek, içmek ve konuşmaktan bitap yataklarımıza yollandık.


Takip eden gün öğleden sonra şehir merkezine ulaştık. Sokaklarda dolaştık. Ağlatan acılıkta Çin yemekleri ile karnımızı doyurup katedral yolundaki basamakları tırmandık, küçük bir kafede kahvelerimizi yudumladık. S.’nin de bize katılmasıyla yeniden Pully’ye döndük, arkadaşlarımın komşusunun mahzenine daldık ve bir başka enfes beyaz şarapla mutluluğa bir adım daha yaklaştık.


Yılladır kendilerinden “bizim balkon” diye dinlediğim, eve 3 dakika mesafedeki kilisenin arka bahçesinde soluklandık bir süre. Balkon enfes, enfes ötesi. Karşıda dağlar, arada göl, hemen önü bağlar. Saatlerce oturabilirdim ama gitmemiz gerekiyordu. Sahile doğru yürüdük, kıyıdan kıyıdan Ouchy limanına ulaştık. S.’ye veda edip, E.S.’nin arkadaşı J.O.’nun teknesindeki –yat mı demeliydim yoksa?- barbekü partisine katıldık.


Tahminen yerel mangal alışkanlıklarından kaynaklı bir önyargıyla barbekü partisinin barbekü kısmının sosisten ibaret olduğunu algılayınca önce minik bir şaşkınlık geçirdim. Sonra o kadar çok yiyip içtim ki şaşkınlığımı unuttum.


Gece uzadıkça uzadı. Avam İngiliz diliyle vedalaşan bir grup elit insan, Fransızcaya dönüş yaptı; uykum geldi derken saat 03.00 sularında, suları kontrol etmek isteyen bir grup delikanlı gece yüzüşlerini gerçekleştirdi. Kendilerini titrer vaziyette beklediğimiz tekneye geri aldıktan sonra hızlı bir vedalaşma turuyla L.S.’nin evine gittik. Yatmadan önce E.S.’nin kalan son enerjisiyle pişirdiği tarhana çorbasını içtik ve sabah insanlığa dönüş yapmış halde uyandık.


Takip eden günde önce pazarı gezdik. Meyve sebzemizi pazardan, sandviçlerimizi evden, şarabımızı şarküteriden alıp sahile gittik. İskelenin ucunda uzunca bir süre direndikten sonra göle kendimi bıraktım. İlk birkaç dakika diş kütleten bir titreme yaşadıysam da sonrasında pek mesut oldum.


Akşam şehir merkezinde küçük bir tur atıp meşhur bir hamburgerciye gittik, çıkışta koşturarak kendimizi bir yerlere attık, çok fazla ıslanmadan deli yağmuru atlattık.


Pazar günü, oraya ulaştığımda süper mutsuz olan beni ergen anası-babası sabrıyla dinleyip pofpoflayan canım arkadaşlarımla vedalaşıp bütün gün sürecek bir tren yolculuğuyla müthiş kasabama geri döndüm.


Lozan’a bayıldım. Ama sanırım C.T. ve E.S. olmasa bu kadar hayran kalmazdım. Hepsine yetişemediğim için bazen, birazcık fazla sayıda arkadaşım olmasından yakınıyorum ama ettiğim herhangi bir lafın, karşımdaki tarafından nasıl algılanacağını düşünmeksizin “gelişine” konuşabildiğim arkadaşlarım olduğu için çok da şanslı olduğumu biliyorum.


Hayat dostlarla güzel.



-Intro-



-Ev Sahiplerim-



-Basamaklar-



-Boş boş otursam gocunmayacağım banklar-



-Mahzende-



-Balkon Yolu-



-Balkondan Bağ Manzarası-



-Ouchy-



-Yavrular Pişerken-



-Yavrulara Mühendis Müdahalesi-



-Lac Léman-



-Halk Plajı-



-Pully-


-Yağmur geliyor-

23 Ağustos 2011 Salı

Zürih'te Birkaç Saat

Retrospektif anlatımlarım devam ediyor. Bir seyahati, hadiseyi zamanında anlatmayınca; düzeltiyorum, hemen ardından aktarmayınca tadı biraz gazı kaçmış kolaya, ısınmış biraya benziyor ama yine de anlatasım var.

Haziran başı tatilimde sevgili arkadaşlarım C.T. ve E.S.’yi ziyaret etmek üzere Lozan’a doğru yola koyuldum. Biraz onların da itelemesiyle kendimden beklenmeyen bir performans göstererek internet otostopu marifetiyle süper hızlı ve ekonomik bir yolculukla 3 saatte Münih’ten Zürih’e ulaştım (Münih-Zürih’i sesli söylemek eğlenceli olabiliyor). Bana kalsa dakika oyalanmaz Zürih’ten ilk tren ile Lozan’a yollanırdım ama tembel turistliğimin bilincinde olan E.S., Zürih’te birkaç saat geçirmemi gerektirecek bir tren ayarladığı için zoraki turistçilik oynamaya çalıştım.

Şortla geçen nisan-mayıs sonrasında bir serin gelen haziran ayının bu ilk günlerinde sabahtan kısa pantelonla yola çıkmış olmanın verdiği hafif bir ürpertiyle, Türk olduğumu öğrenir öğrenmez pıflayan sevgili araç sahibi Moris’ten Zürih İstasyonu’nda ayrıldım. Geçirmiş olduğum uyku seyrek/alkol yoğun haftanın yorgunluğu ile caddeler arasında dolanmaya başladım. Ben yürüdükçe çantama birileri tuğla ekledi sanki. Muhteşem seyrüsefer yeteneğime güvenim olmadığı için bir takım üstgeçitlerden dolanıp, polis merkezinin çıkmaz sokak otoparkından çark edip en doğrusal mihenk noktası –şeridi (?)- olan nehre yöneldim. Kendisine paralel bir şekilde bir müddet ilerledikten sonra gözüme kestirdiğim bir kafeye oturup onların alengirli bir isim verdikleri ıspanaklı börek eşliğinde şarabımı yudumladım, mektuplarıma devam ettim.

Tren saati yaklaşırken yine kıyıdan kıyıdan Zürih’le vedalaşıp istasyona yöneldim.




Bu kadınlar, bir binanın girişi ile yolun karşı ve çapraz kısmını bağlayan bir üst geçidin duvarındalar. Cahil turist olarak neden orada olduklarını, girişi olan binanın ne binası olduğunu pek tabi öğrenmedim .






Dizi dizi köprülerden geçerken yüzüme bakan nehir. Tuna’dan sonra bu nehir deniz etkisi yarattı, deniz gibi kokuyordu. Sanırım denize hasret kalmanın etkisi de var bu algımda. Ankara’dayken deniz mi görüyordum? Hayır ama istesem 4 saatte denize ulaşabileceğimi biliyordum. Almanya’dayken tüm denizlerden yüzlerce kilometre uzakta olmak, benim gibi bozkır çocuğuna zor geldi, zaman zaman.






Üşengeç ve yorgun olmasam tırmanmaktan zevk alacağım basamaklar. Yeniden yolum düşerse, tırmangaçlı şehre, hafif bir yürüyüş kostümüyle dolaşmak isterim sokaklarını.




İstasyona dönerken park içinden nehir sureti.






“Avrupa’da gördüğüm karanlık şehirler” sergimden sanat kaygısı içermeyen bir çalışma. Panda bilem ağlıyor.


Münih'in Güzelleri - 2












Münih'in Güzelleri - 1

















Ingolstadt Fotoğrafları

Fotoğraf makinamın 5-10 Ingolstadt fotoğrafından 3-5’ini seçtim. Anlaşılan o ki aydınlık bir günde hiç foto aktivitesinde bulunmamışım.



İlk gittiğim hafta Tuna kıyısında oturup annemi aradığımda gördüğüm manzara. Elbet güneş açacak umuduyla gri gökyüzü ve henüz sinek basmamış nehir.





Yürümeyi en sevdiğim park. Şehir merkezinin kuzeyinden başlayıp, güneye kıvrılıp Tuna’ya bağlanıyor.




Doğum günü pastam ve mumu. “Buralarda çok yalnızım, atam,” bunalımına girmemek üzere tatlı iki arkadaşıma “Bugün benim yaş günüm, akşam yemek yiyelim,” kandırığı yaptım. İyi ki de yapmışım.



Çok canım arkadaşım A.B.S.Ç. ben yola düşmeden aramış taramış bana Ingolstadt Blues Festivali programını ulaştırmıştı. Gidebildiğim tek konser –sankim süper sosyal/kültürel hayatta etkinlikten etkinliğe koşar gibi- Samuel James beyin konseri oldu. Konser bir bira evindeydi. Amcalar, teyzeler masalarda sakince oturuyor, garsonlar sessizce servis yapıyor, Samuel Bey her şarkısından önce bir hikâye anlatıyordu. Sakin ve de güzel bir akşam oldu.



İlk konakladığım misafir evinin sokağı. Gece yarısından sonra oteline kadar arkadaşıma eşlik etmişim; köprülerden, alt geçitlerden güvenle geçmişim, dolunayda sokağıma ulaşmışım.




Sevgili gizli çılgın arkadaşım D.K. ile bilmemne festivalinde bindiğimiz, bağıra çağıra döndüğümüz alet. Arada sırada böyle tüm nefesimle çığlık atmak üzere böyle zımbırtılardan yardım almak fena olmayabilir.